3 Eylül 2022 Cumartesi

YENİDEN KIZIMA (vol.2)





...ve gösterişli bir hatanın peşinde savrulan herkese

Ah benim zavallı güzel kızım, ne de severdin hava yenice kararırken bulutları izlemeyi, palmiye ağaçlarını, dolunayı ve yağmur kokusunu. Tel örgülerle sardığın kalbini bir kucak dolusu sevgiyle kaplamayı… Nerede o sadeliğin, nereye gitti naifliğin? Nasıl da baştan yarattın kendini en kötü versiyonunla. Hâlbuki onca uyarmıştım, seni dönüştürmelerine izin vermemeni söylemiştim binlerce kez. Bak ne haldesin şimdi; ne kendini seviyorsun ne de eskiden seni hislendiren şeyleri. Hani gökyüzünün pembe mor renkleri inancını tazelerdi? Hani her şeye rağmen koruyacaktın hamurunu, hani yıkılmayacaktı göğsün, ayakların toprağa bastıkça? Sözlerini ne de çabuk sildin hafızalardan. Gözyaşın kurumamışken seni uykuya emanet etmelerimi de mi unuttun? Bunca mı nankörsün acına. Neden ezdin o hızla atan körpe kalbini? Biliyorum, bunun zorluğunu kabul etmiştim, yine de inandım gücüne; yılgın bakışlarına rağmen sıcak kollarına, solgun boynuna rağmen topuklarına. Hata mı ettim, yoksa esas hatam seni bu dünyayla buluşturmak mıydı?

Sana lavanta kokulu yastık kılıflarının, perdenin kıyısına takılmış tek ömürlük kelebeğin, huysuz Eyüp Amcanın bile sevilecek yanları olduğunu anlatmamış mıydım? Neden kendini üstüne bastığın o kırmızı toprağın altına gömüyorsun şimdi? Ne uğruna, kim uğruna? Sana şurda geçirdiğim günden fazla kez demedim mi yalnızlığını kanıksa diye?  Neden inatla girdin girme dediğim o taşlı yollara, neden karıncaları ezdin? Sana yeşil yanarken bile karşıya geçmeden etrafını kontrol etmenin önemini hiç mi anlatamadım? Oysa sen kırmızıda bile güle oynaya koştun o yolun karşısına, taşı bırak kayalık tepelere yöneldin, karınca yuvalarını ezdin. Benim karnımda bin duyguyla büyüyen bir canavara dönüştün. Bildiğimden onca anlattım, yine de karanlığı yuvan belledin. Nasıl pembe dudaklarını çaldın siyahlara? Gördüm pişmanlığını, sayıklamalarını duydum gecelerce. Yine de ittin beni, dünyaya olan öfkeni bana kustun. Ruhunu kaplayan sızının kaynağını bulamadıkça hırçınlaştın. Ama dinle, söyleyeceklerim bitmedi.

Sen hiç inanmasan da bir aydınlık var; bu karanlık ormanın sonunda masmavi bir deniz var ve omuz silksen de kendin olabildiğin bir ev var. Yeterince yürümemiş ve yorulmamışsan kıymetini bilemeyeceğin bir vatan var; oraya varmadan asla göremeyeceğin, ama gördüğünde Buna değdi diyeceğin. Ne çabuk unuttun o sancılı kâbustan uyandığındaki rahatlayan dudaklarını. Kızım, bu dünya sancılı bir kâbus gibi. Seni kandırıyor ve yok ediyor. Lütfen daha çok ve daha hızlı koş. Çevir bakışlarını karara.

Her izlediğinde bildiğin halde sonunu merakla beklediğin filmi düşün, kokusu hiç solmayan çiçekleri. O en sevdiğin şarkının solosu çınlasın kulaklarında. Parmağının kenarında kaşıyıp durduğun o yarayı anımsa. Yaralar, acılar gibidir kızım; didikleyip durursan geçmez, iyileşmez. Kendine ve yaralarına zaman tanı, yaşamak için alan bırak kendine. Kıstırma, boğma, yozlaşma. Filmlere sarıl yeniden, çiçekleri sev; oldukları gibi, yuvalarıyla. Seni dalından kopardıklarında berraklığını, kökünü nasıl yitirdiğini unutma. Sen artık solmuş bir çiçeksin belki, ancak farkın var; kendini yeniden köklendirebilme kabiliyetin. Bunu yabana atma, yoğur kendini ve doğ yeniden yalnızlıklar arasından. Tekrar otur o dolunayı izlediğin balkona. Masalara serdiğin o mor desenli örtüleri düşün, o en güzel yaptığın biber dolmasını yap yeniden. Tane tane, küçük ince parmaklarınla kestiğin domatesleri düşün. Onların kabuklarını soymaya her üşendiğinde sana attığım muzip gülüşü… Sen ki onca seni kanatan yaranın kabuğunu soymuşken neden şimdi böylesine halsizsin? Ne çabuk unuttun o dalgalı denizlerde bile suyun yüzeyine uzanışını. Ne değişti de gücünü görmezden geliyorsun şimdi?

Benim biriciğim, harekete geçmek için istemeyi bekleme. O eski dostumun dediğini hatırla; Bazen aksiyonun kendisi motivasyonu getirir.” Sana hiç gösterişli bir hayat vadetmedim, sana kanseri yeneceğini ve daima ellerinin arasında bir karanfil buketi tutacağını söylemedim. Sana sadece yeniden ayağa kalkmanın, mücadelenin ve nefesin kıymetini öğrettim. Ne hevesle dinlemiştin anlattıklarımı, bana hak verip sımsıkı sarılmıştın hani. Unuttun mu seninle bir kadehin iki ucunda bıraktığımız ruj izlerini? Daha öğrenecek çok şeyin var. Üstüne basıp gidemediğin ne varsa kenarından yürümeyi, küçük harflerle yazmayı, yanında olmayanları aklında tutmamayı, suçları aklamamayı ve bir enkazın altında bile bir bebeğin yaşıyor olabileceğini öğrenmen lazım daha; kendi halindeliği, sessizliğin değerini, hayatın sanıldığı kadar da kısa olmadığını. Ben çok geç öğrendim, sancılı bir öğrenişti; seninki kolay olsun istedim. Ömür, acılı bi’ ruhun gün doldurmalarıyla geçer mi sanıyorsun? Geçmiyor kızım. Evet, bilincin hazin yakarışı peşini bırakmıyor; evet, çoğu kez takatin tükeniyor. Ancak mesele, rağmenlere rağmen yaşamak.

Belki de her anne gibi biraz sığ kalıyorum senin için. Yapamadığımı sen yap, düştüğüm hatalara sen düşme, ayak bileklerini o bataklığa kaptırma istediğimden konuşup duruyorum. Biliyorum, sözlerim boşa. Benim aykırı doğamdan esinlendin çoktan. Sandığın ne varsa yaşamak, sınamak isteyeceksin. Bilgiyi, pratikle test edeceksin. Kendi ellerinle, kendi acınla hayatı durmadan yoklamaya alacak, haddini aşacaksın. Her düşüşün bir kalkışı olduğuna inandığından hep inadına peşine düşeceksin şüphelerinin ve sanılarının aksini her ellerine alışında bir kez daha çakılacaksın yere. O kadar çok düşeceksin ki bu asi yönteminle, bir gün dizlerine yaptığın onca pansuman kanı durdurmayacak raddeye gelecek. O zaman anlayacaksın dediğimi; tüketilmiş sevgileri, noksan hevesleri ve günahkâr dualarını anlayacaksın. Ben sana “koş” diyorum, ama pusulan bozuk kızım; yönün yok, yolun kayalık. Koş evet, ama doğru bir pusulayla. Hâlbuki sana kutup yıldızını daha gözlerin ışıldarken göstermiştim.

Böyleydim, muğlaklıktan nefret ederdim. Ama bırak yavrum, bırak bazı şeyler de muğlak kalsın. Bırak bir su da bulanık olsun. Bırak bi’ yağmurun ardından da gökkuşağı çıkmasın. Ne yazık ki hayat, her soruna yanıt alabileceğin bir yer değil. Ancak güzel yanı ne biliyor musun; bazen de hiç aklına gelmeyen sorulara yanıt verir. Bırak biraz karışsın kafan, senin hayatı yaşamaya direttiğin kadar onun da seni yaşamasına izin ver. Hiçbir ilişki biçimi tek yönlü değil; bunu da söylemiştim hatırlıyor musun? Acıyı sevmediğin için orta şekerli yaptığım, tabağına taşmış o kahveyi içerken söylemiştim hem de. Hep istedin hayattan; bir aşk istedin, bir yolculuk, güzel hatıralar. Ama ne verdin ona? Karşılıksız bir isteyişten ibaretti arzuların; sevmeden görülmek, vermeden almak istedin. Hak ettin mi peki gerçekte?

Bana kızıyorsun şimdi. Söylediklerim canını yakıyor. Bırak yansın; yalandan değil, gerçeklerden yansın canın. Sağlam bir duruş, kabullenilmiş acıların getirisidir. Sana acılarını terk etmeyi değil, onları sevmeyi öğretiyorum. Ancak seversen kabullenirsin ve ancak kabullenirsen zırhını tekrar kuşanabilirsin. Kalk şimdi ayağa, mertçe savaş. Sen sinsi bir er kalıntısı değilsin. Vatanın, yuvan kendi içinde. Koru onu yeniden. Çok daha küçükken yaptığın gibi, sadeliğini silahın yap. Kimseyi vurma, ancak kendini onların seni vuramayacağı hale getir. Güç budur.

31 Ağustos 2022 Çarşamba

DÜĞÜM

 


                                                       https://www.youtube.com/watch?v=RaUm2RY_UNw

İnsan neden hep yarası yarasına denk düşeni sever? Kalbimiz binlerce kez paramparça olsa da her şey bizi içine çeken sonsuz bir karadelik gibi görünse de bir çıkış var mıdır? Hayata tutunmak için kaç sıradan şeyi büyülü maskelerin altına saklarız? Katlanmak için bu hüzünlü gerçeğe kaç bardağı doldururuz bulanık suyla? İnsan kaç kez çeker dizlerini göğsüne soğuk bir fayansa yaslanırken? Kaç gece sarılır alkole, kimin koynuna sığınır? Kaç kez sevgileri bir sabah mahmurluğunda harcar? Rüya değilse, eğer her şey bütünüyle bir gerçekse bir sonu var mı, bir bitiş çizgisi, bir sınır noktası var mı? Ölüm mü çözer düğümleri? Bir kopuş mümkün mü ya da bir dokunuş? Belirsizliğe verdiğimiz boyunlarımız nasıl dik duracak bu sisli yeryüzünde? Dik yokuşların başında düşünmedik mi her seferinde “değer mi” diye? Hiç mi uslanmadık şu vakitsizlikte? Hala mı kalbimizi kendi ellerimiz arasında buruşturuyoruz?

Sokak hayvanlarını besler gibi bir toklukla var olduk da ondan mı bu çabasızlığımız? Neden kalp atışlarımız hep stabil, hiç hızlanmaz mı? Dokunmadan dokunmanın tadına hiç varmamış gibi nankörüz. Benciliz, nasıl böyle körkütük bir yokluğun bizi çalmasına izin verdik? Onca yasak arasında bir dokunuşun kuytusuna hasret kaldık, beceremedik. O meşhur şarkının iki mısrasına sıkışıp kaldık. Konuşulması gereken onca şeyi havaya bıraktık, bir uçurtma gibi süzülmelerine izin verdik. Kol düğmelerinin yan yana gelmesi öyle basitken nece zorlaştırdık.

Biz kimiz? Neden dünya dapdar bir yörüngede gezinir onca uçsuz evrende, ondan mı ilham alırız? Kendimi zorla ittiğim bu fare tuzağından çıkmam mümkün mü? Sanmam, hayatım o kadar neşeli değil. Bu tuzağın ortasında ölmek isterdim, tam şu an, daha cümlemi bile bitirmemişken özensiz bir ölüm dilerdim. Köksüz, bağsız olmayı dilerdim. Annemi emmemiş, babamın omzuna hiç başımı koymamış olmayı, abimin şakağımdan hiç öpmemiş olmasını dilerdim. Bunlar olmasa hala yaşıyor olmaz, bu yıkıntıya katlanmak zorunda hissetmezdim. Ne zaman ölüm beni içine çekmeye kalksa bu korkunç gerçeklik çarpıyor yüzüme, hayatlarını nasıl mahvederim? Emeklerini nasıl çöpe atarım umarsızca? Sırf bu yüzden, o yıllarımı geçirdiğim binanın 27. katında yalnızca başımı sarkıtmakla yetindim hep. Göz kapaklarım soğuk bir kışın esintisiyle titrerken düşündüm; or’dan yere inene kadar geçecek o kısacık son anı. O kısacık an en büyük pişmanlığım mı olurdu, en büyük gücüm mü?  Ama işte bur’dayım hala. Bir anne sevgisi ve bir baba kucağı hatırına yaşıyorum nicedir bu bitmek bilmeyen acı ve tükenmeyen bir ölüm iştahıyla.


HİSLER

 



Sanki ne yaparsam yapayım yetemiyorum bu hayata. Dünya beni hoyratça sürüklüyor enlemleri arasında. Buna rağmen mevsimlerim değişmiyor, günlerim acılı bir annenin kalbinde yatan sırrı tekrar etmekten ibaret. Döngüyü kıramıyorum, ne için çabalasam hayat benimle alay ediyor. Rahatsız bir sandalyenin üstünden izlediğim günbatımı gibi acım güzelliklere eşlik ediyor. Güzelliğin içine gizlenmiş tuzaklı yolların peşinde savruluyorum. Tuzağa bile isteye düşmemişim gibi bir yıkıntının altından uzatmaya çalışıyorum güçsüz bileklerimi. Serin bir denizin, ıslak bir toprağın ve usul öpüşlerin tadına hiç varmamışım gibi acının kolları tarafından kıstırılıyorum. Boğulduğumu hissediyorum. Boşluğa üflemekten farksız olmadığını bildiğim halde durmaksızın derin iç bir çekişe sığınıyorum.

İçimden dağlar, denizler fışkırıyor. Bense bir ekrana sıkışmış vaziyetteyim. İçimde biri uzaklara koşuyor. Ben, durağanlığın adı olmuşum. İçim, akli belirti göstermeksizin haykırıyor. Bense sessizliğe kurban etmişim dilimi. Nefesimi hissetmekte zorlandığım sıradan bir yaz gününde, beni içine çeken uykuya kafa tutmak için yeterince modernleşememiş bir şehirli gibi kahveye sarılıyorum. Kahve aydınlatmıyor, ancak acı ve yavan tadının rahatsız ediciliği beni uyanık tutuyor.  İşte böyle yaşıyorum şu üç adımlık hayatı; kaçamadan ve sıkışarak. 

Etrafım iki çift lafın artığını temizleyenlerle çevriliyken sırf gün doldurmak için katlanıyorum tüm bu cehalete. Kimsenin gerçekte kimseyi umursamadığı masalarda, gülüşmelerde buluyorum kendimi. Kimsesizlik, her zaman somut bir yokluğu aramıyor. İnsan, insanların arasında bile kimsesiz kalıyor ya en kötüsü bu. Nasıl olduğumu soranlara “iyiyim” diyor, o yavan esprilerine gülüyormuş gibi yapıyor ve dahası konuşma sırası bana dönmesin diye ara vermeksizin soru soruyorum. Hem onlarla ilgilendiğimi düşünüyorlar hem de onlar iştahla sıkıntılarını anlatırken ben kendi kafamın içinde yürüyebiliyorum. Can kulağıyla dinlemeyi, sözlerinde kendimi bulmayı, söylediklerini idrak etmek için çaba sarf etmeyi onca istememe rağmen bu uğraşa değer birini bulamıyorum.  Böylece elimden ve dilimden dökülenlerle kendime dostluk ediyorum. İşte bu yüzden 15 yaşından beri günlük tutuyorum, ancak hiçbir zaman günümü ve eylemlerimi değil; yalnızca ve yalnızca hislerimi yazıyorum. Kelimelere sığdırabildiğim kadarını mazinin gizli sayfalarında tutuyorum. Kendime kalan bu mirasın, pek de gönüllü olmayan bir varisi gibi yıkık dökük cümleler arasında gezinirken hem gülüyorum hem de ağlıyorum.  İnsan neden hislerini bir satır arasına iliştirme gereği duyar ki onca insan arasında? Basit, ya hisler uygun değil paylaşmaya ya da insanlar.  Bazen birine hislerini anlatmak orduları yenmekten ve intihardan daha zor oluyor. Dahası insan kimi zaman kendisine karşı bile ketum davranıyor. 

Hisler hiçbir zaman bütünüyle resmedilemez, somutlaştırılamaz; ancak denenir. Hisler böylesine izaha muhtaç ve anlaşılmaya açken karşı taraf sıklıkla kendi çerçevesinin içine alıp sınırlı ve köşeli bir parçanın içine hapseder o ruhu yangın yerine çeviren hisleri. Dolayısıyla kendini, kendi zihninden salık bırakacak birine rastlamadıkça –ne yazık ki bu imkânsız- insan içine dönüp yalnızlaşır ve artık kalbini birine açmaktansa hislerini bir duvara, bir kâğıda anlatmayı daha cazip bulur. Bazense yarım yamalak hislerin ortasında şu yuvarlağın ufak tefek işleriyle gün doldurur. Kim bilir, belki biraz da bu yüzden hayata dair derin konuşmaları sevsem de içine düştüğüm çukuru kimseye açmaya heves etmem. Daha ziyade varışsız bir suskunluğu örten, her an kahkahaya dönmeye meyilli tebessümlerle yaşarım hayatı.

Özensiz çizilmiş bu yolu tamamlarım günbegün. Zincirlerimi kırmayı hayal ederim ve kefeni yırtmayı. Daha önce tanışmadığım bir yokuşun sonunda yeni bir benle tanışmayı ümit ederim. Nasıl bir insanım ben, nasıl her şey böylesine metalar dünyasına adanmışken hala hayallerin peşinde sürüklenirim? Bilmez miyim bir kader mahkûmu olduğumu, bilmez miyim kararmış alnımı okşamaya yetmeyen gücümün kendimi boğmaya yettiğini? Bilmez miyim mutlu bir son yok, hatta mutsuz bir son dahi yok. Öylece, gelişigüzel bir son var yalnızca. Yolun bittiğini bile kavrayamadığımdan sendeleye sendeleye hala yürüdüğüm o boktan yol.  Sınırları çoktan çizilmiş ben, düzlüğün yanılsamasında terden sırılsıklam olmuş, kokuşmuş ve ayakları toza toprağa bulanmış halde çoktan geldiğim sonu, arar dururum.


5 Ağustos 2022 Cuma

CİN

 



Elsiane-Nobody Knows 


Bencilliğin kurbanlarıyız. Durmadan birilerinin bencilliğini, kibrini besleyen nesnelere dönüşüyoruz. Böylece dönüştürülüyoruz. Kimliğimizi koruyacak alanı tanımıyor hayat. Yollarımızı kesiştirdiği insanlar ile yapıyor üstelik bunu. İnsan kendini korumayı ne zaman öğrenir, yeterince yarım kalmışlıkla mı? Her durgun denize dalmamayı ne zaman öğrenir? Önce derinliğe, suyun soğukluğuna, zemine bakmayı? Öğrenir mi? Öğrenirse kendi olur mu?

Hayatta kalmak için her geçen gün hissiz, sığ ve sıradan insanlara dönüşüyoruz. "Büyümek" diyoruz utanmadan adına. Büyümek, çürümeye eş değer mi? Soru işaretlerim yaş aldıkça artıyor, ancak esas olması gereken şey olmuyor; büyümüyorum. Büyümek istemiyorum. Büyük bir çocuk oluyorum yalnızca. Kalkıştığım her ne varsa sonunu, ihtimalleri görebilecek kadar yetişkin; ancak olası sonuca göre hareket etmeyecek kadar çocuğum. En azından korkak değilim; ne istediğimi biliyorum, ne beklediğimi, ne kadarını alabileceğimi ya da ne kadarına kanaat edeceğimi, ne kadarını aramamam gerektiğini. Büyümek beni alıkoymuyor, kız çocuğumu zor zamanlar için saklıyorum. İşte böylece beni yakacak ateşin ışığına kanıyorum. Yanıyorum, ancak kül olmaktan da haz alıyorum. Ben de bir anka kuşuyum, ne kadarımı biliyorlar?

Aslına bakarsan bilmiyorlar, bilmeyecekler. Bilmek, her ne kadar bazen acı verse de öğrenmeye cesaret edenlerin mükafatıdır. Bilmek, tanımaktır; bilmek, görmektir. Bilmek, korkmamaktır. İnsan bildiği, gördüğü şeyden korkmaz. O yüzden denir; “Dişini gösteren köpek ısırmaz”. Isırmaya niyeti olan, dişini göstermeyerek verir acıyı. Isırık değil, beklenmedik olması yakar insanın canını. Hayat bizi acımasız sürprizlerden korusun.

Eğer orada bir yerde tanrı varsa benim için bir planı var mı, onun ya da senin için? Bunca acıyı, iyiliği ve güzelliği zıttından keşfedelim diye mi yönlendirdi? Tutunacak tek dalım bu. Ne saçmalıyorum. İkindiye yaklaştık, çok da içmedim hâlbuki. Gündüz sarhoşluğu diye bir şey var. Düşüncelerden kaçmak gündüz daha kolay gibi; ama hayır, yeterince tecrübe etmemişliğin masum cehaleti var üstümde. Şimdi bu masa benim cehennemim. Ne zaman dört sandalyeden üçü boş kalsa bu oluyor. Şimdi karşımda kazayağı desenleri olan sandalyeye bakıyorum, biri varmış gibi hayal ediyorum. Şizofren olmayı dileyeceğimi sanmazdım, diliyorum. Cin, senden daha az olmalı.


8 Mayıs 2022 Pazar

LABİRENT

 


        Bazı akşamlar yalnızca sokak lambalarının aydınlattığı sokaklarda yürürüm aylak aylak. Hâlbuki üstümde her zaman bir yere yetişme telaşı vardır alışkanlıktan. Şimdilerde koşar adım değil, sakin yürüyorum. Üstelik sakin de yaşıyorum. Tercih ettiğimden değil, coşkumu yitirdiğimden.

        Görülmek istediğimden, duyulmaya muhtaç olduğumdan hep bağırdım, büyük büyük yürüdüm. En çok ben dik durdum ve gariptir, en çok ben eğildim içime. Kimi öfkenin nesnesi, kimi tutkunun kaynağı, kimi sesin çığlığı oldum da bi' doyuramadım şu iştahlı boşluğu. Doldurdum doldum da kendimi eskittim gün geçtikçe. Güzeli arayıp çirkine sarıldım. "Güzeli herkes sever, mesele kötüyü görmek" dedim de nereye gittiğimi bir göremedim. Bir ağaç yaşındaki ruhum, açlığının kurbanı şimdilerde. Dişlilerim arıza çıkarıyor, sistemim onarılmaya hasret. Şimdi kimi suçlayayım, ya kime sarılayım?

        Göğün yere indiği o ufacık ana sıkıştım. Bilirim, çabam az: yine de bozmam bozulmamı. Akıntının tersine yüzmek her yiğidin harcı değildir. Kara görünseydi belki ağırlaşmış sırtıma bir güç gelir, kollarım benden değilmişçesine atardı kulaçları. Ancak kara yok, bir hayat belirtisi ya da bir dal parçası. Şimdi uzandım suyun yüzeyine, alsın beni, götürsün istediği yere. Kulağıma çalınan birkaç şarkıdan başka n'em kaldı şu dünyaya dair? Ne için bu yersiz çabam, bir soluk için mi bu gri dünyadan? Görünür kılmak için mi kaybolmuşluğumu? Kimsesizliğime ortak etmek için mi kimseleri? Boşa geçirilmiş bir hayat, yirmi beş yıldır hiçbir şeyin geçiremediği o hastalık hali.

       Köle olmaya razıyım, gururumu kırmaya ve ruhumu yırtmaya. Umurumda değil artık kim olduğum. Bıraktım ipin ucunu. Kırgın bir boşvermişliğin zehri dolaşıyor vücudumda. Başka eller ve dudaklardan değil, tamamen benden gelen ve bana dönen buruk bir dokunuş. Kendime seslendim, denedim hiç yoktan. Artık bırakıyorum, bir kaçışın konusu olmayacağım. Gerçek kendini yere serdi çoktan, üstüne basıp geçemem, daha fazla görmezden gelemem. Orada ve beni kucaklayacakmış gibi bakıyor. O bir yalancı.  Biliyorum; gerçek sandığım her şey beni tuzağına çekiyor, göz göre göre kapılıyorum. Yere uzandım, tam yanına. Sevişmeye başladık. Keyifli değil, ama akışa bıraktım ya kendimi; gerçek boğsun isterse beni, gıkım çıkmayacak. Mağlubiyeti kabul ediyorum; yenildiğimden değil, ne için savaştığımı bilmediğimden.

       Her insan gibi bir hikâyeydim ve okunmak istedim. Okundum da. Ancak ya anlaşılmadım ya da pek erken kapatıldı sayfalarım. Artık önemi yok, çünkü ben de kimseyi gerçekten okumadım. Sevmeye elverişli değilim belli ki; ya yanlış sevdim ya da ölçüyü kaçırdım. Yetmez miydi yeter'ler? Çok mu soğuktu bakışlarım, çok mu sertti sözlerim, çok mu yaklaştım, fazla mı uzak kaldım? Hiçbir şey bilmiyorum, artık bilmek de istemiyorum.

       Yaşamaya üşeniyorum, senin ellerindeyim hayat. Ya yoğur beni ya da yok et. Özgürlüğümü sana feda ediyorum. Ya kullan at ya da al evine beni. Ya durdur şu bozuk saati ya da göster doğru zamanı. Ya yok et bu buğulu belirsizliği ya da keskinleştir çizgileri. Anladım; sen köşeyi döndükçe beni yutan bir labirentsin ve ben çoktan kayboldum.


30 Mart 2022 Çarşamba

ACZ




Yaşama hevesini sıfırlama uyarısı.

https://www.youtube.com/watch?v=y5GznPPdOS4

    Nefes alamıyorum. Hayatın elleri boğazımda. Bir hıçkırık kilitlenmiş sözlerime. Kaçamıyorum, ölemiyorum, yaşayamıyorum. Çaresizlik hiç bu kadar gerçek olmamıştı. Çaresizlik ete kemiğe büründü ve ilmek ilmek kurduğum beni yok etmeye başladı. Kaçınılmaz bir kaosun hasarı bu. Karanlık bir çerçevenin içinden sarkıtıyor boynumu. Erimeye başladım her şeyimle ve dokunduğum her şeyi çürütüyorum. Her uyanışta, her gülüşte, her bir adımda ışığın uzantısını arıyorum. Tanrım beni neden bu dünyaya attın, bana neden böylesine acılı bir ruh verdin?

    Yolum yok, yurdum, kimsem yok. Neyim ben, ne oluyorum? Kimim ve kime dönüşüyorum? Beni attığın bu çukurdan çıkacak bir gerecim ya da uzvum yok, üstelik beni her şeyin farkında kılarak acımı keskinleştirdin. Sivri köşeleri var ve şimdi o köşeler kesiyor beni. Yırtılışımı görmek seni mutlu ediyor mu?

    Baş edemediğim bu acıyı her gün yastığımın altına gizliyorum. Üzülmesin diye annem,  bu haykırışı zoraki bir tebessümün içine saklıyorum. Ben bir insan kalıntısıyım. Amacım yok, hevesim yok, arzum yok, beklentim, umudum yok. Bana verdiğin tek kurşunu kafama sıkmamak için tüm gayretim. Bu bitik ruhun bataklığına saplandım. Çırpınmıyorum, batıyorum.

    Gözyaşı terk etti beni. Bir bakakalıştan ibaretim. Acımı gösteriye açmaktan kaçtıkça alt etti beni, artık taşıyor. İçimde tutamıyorum, bastıramıyorum. Kaybım fenomen, görmezden gelemiyorum. Kendimin kanlı bir şahidiyim. Gün gelecek kalbimi bir mezbahanın çizik tezgâhında kendi ellerimle keseceğim, ölüp gideceğim. Öyle şanlı bir ölüm de değil; zavallı, gösterişsiz bir ölüm olacak bu. Kasvetli, küçük bir kalabalığın estetik yoksunu sekansını makul kılan bir an. Ve diyecekler; “İyi bilirdik”. Aslında kimse bilmeyecek “iyi miydim?”. Ezberlenmiş, sıradan cümleler eşliğinde hüzünlü bir hikâye yazacaklar ardımdan. Yaşamımı umursamayan kim varsa ölümün öğretilmiş kalıplarına sığınıp o yalan sözlerini saçacaklar yüzsüzce. Övgülü söylemlerin tesiri, uzanmayacak olana atfedilecek. Bedenim kadar soğuk olan bir mermer parçasının pürüzsüzlüğü, ölümümün taze kanıtı olacak. Sığ ifadelerini şiirsel bir üslupla pazarlayacaklar cesedim sarılıyken. Utanmayacaklar, biraz bile kızarmayacak yüzleri. Nefesim ağzımdayken anlamı olmayan ne varsa büyülü, kutsal bir anlam kazanacak aniden.  Merhamet birden uyuduğu yerden ayağa kalkacak ve aciz bir dilin sesinden dışarı akacak. Ölümü kutsayanlar, ölümden en çok korkanlar olacak. Kötülükler bir günlüğüne bertaraf edilecek. Yerini bulmamış tüm dünyevi arzular, bir günlüğüne askıya alınacak ve yaşamak pek matahmış gibi şükredilecek tanrıya. Yerimin sözde cennetin bahçelerinde olması dileğine hapsedecekler gürültülü yakarışlarını. Pek de umursamadıkları ben, cenaze konseptinin hakkı verilsin diye ufak bir şovun parçası olacağım. Öyle kusursuz bir gösteri olacak ki bu; herkes kendi doğaçlamasıyla sözde acısının tasvirini layığıyla yapacak. Korkaklığın neferleri gösterinin ön sıralarında oynayacak rollerini. Oysa kutsanmış bir öfke kadar saygıları yok kendilerine. Var oluşumun bir ömür kazanamadığı anlamı, mutlak hiçliğime adayacaklar. Hayatın tek gerçek anını, sözde acımalarıyla bozacaklar.

    Ertesi gün olunca tek gerçek derdi, evine ekmek götürmek olan bir çocuğa acıyacaklar bu kez. Sükûnete gömülmüş vicdanlarını her fırsatta açığa çıkaracak, siyah beyaz filmlerden kalma kederli bir hikâye bulacaklar; ancak eylemsizlikleri ruhlarının katili olacak. Her geçen gün dönüştükleri şeyi saklamak için toplumun kirli sayfalarınca tahakküm altına alınmış o kelimelere başvuracaklar. Hâlbuki kendi gamında boğulan, kötücül bir doğa hatası olduklarını anlamayacak hiçbiri. Nereden mi biliyorum? Eşsiz çocuk kalbim çoktan bozuldu. İnsanlıktan çıkarak insan oldum. Nasıl olsa insan olmak, böyle bir şey değil miydi?

    Şimdi gömüldüğüm bu acı, üstüme atılacak o topraktan daha ağır. Henüz gözlerim açıkken ve soluğum boğazımda da olsa hissediliyorken, taşınamayan bir yükle sürükleniyorum hayatın kaygan sırtında. Asfaltın ortasında can çekişen bir sokak hayvanı gibi hiçbir şeyi arzulamadığım kadar arzuluyorum ölümü. Baş etmek için kendimle, bütüncül olmayan cümleler yazıyorum yığın yığın. Çığlığımı 5.5 inçlik bir ekrandan duyduğunuzu zannederken, bunun aslında sadece bir fısıltı olduğunu anlamıyorsunuz bile. Anlamayın, hüzünlü hikâye de yazmayın ardımdan. Yalan övgülerinizi de alın, başınıza çalın.  Bir gün ölürsem, adıma mutlu olun yalnızca; “bucaksız acısı nihayet son buldu” diye alkışlarla uğurlayın. “En büyük hayaline kavuştu” deyin ve illa gösterişli bir yakarışta bulunacaksanız adıma, yalnızca bir tanrı olmamasını umun.

 


 

29 Mart 2022 Salı

HİÇ?







Ağır melankoli uyarısı.



            Hiç kahkahanın ardından bilmediğin bir acı duydun mu içinde? Ne yaparsan yap dolduramadığın o boşluk sardı mı tüm yanını? Duyumsadığın en keyifli anda bir şeyin eksik olduğu kuşkusu ele geçirdi mi seni? Göğüs kafesinin tam ortasında gün be gün büyüyen bir yumru hissettin mi hiç? Nereye gidersen git, kime karışırsan karış sana soluk aldırmayan bir endişeyi de taşıdın mı yanında? Hiç iç sıkıntınla seviştin mi gece boyu? Sönmüş ışığının parıltısını aradın mı aynada umutla? Sorunlu biriymişsin gibi “Kendine gel!” dedin mi şiddetle? Sıradan bir akşam sofrasında boğazına dizildi mi o hevesle hazırladığın yemek? Masayı yıkmak istemedin mi hiç? Karşıdaki sandalyede kimse olmamasına rağmen umdun mu?.. Sen hiç sandalye ile konuştun mu?

            Kalabalık bir kaldırımın ortasında aniden gelen bir bağırma isteği tetikledi mi seni? Belki dışarıdan bakıldığında elleri cebinde, alelade biriydin. Artık alelade olmak istemediğin oldu mu, yoksa görünmez olmak senin zırhın mıydı? Hiç çözümü bilmene rağmen sorunun kendisi oldun mu, yoksa çözümü gerçekte hiç aramadın mı? Çözümün bedeli, sorunun kendisinden daha ağır geldi mi hiç sana? Hiç bin kere baş koyduğun yoldan bin bir kere döndün mü? Yalnızlığı bir sanatmış gibi yoğurdun mu salonunda? Birini hislerini özgür bırakmaya zorladın mı hiç, ya kendini? Hiç birinin kalbi ellerinin arasındaymış gibi hissettin mi? Hiç gerçekten birine dokundun mu, yoksa gerçekte dokunduğun şey girintili çıkıntılı bir et parçası mıydı? Dokunmanın gerçek anlamını keşfettin mi hiç? Kendini kaybettiğini hissetin mi, içinin çürüyüp kokuştuğunu? Bir gece tütsüsüyle, erimiş birkaç mumla gidermeyi denedin mi kokuşmuşluğunu?

            İçinde duyumsadığın bu süslü kin için kızdın mı kendine? Düşündün mü onca dert arasındaki çabasızlığını? Mücadelenin tam orta yerinde çoktan öldüğünü fark ettin mi? Günün ilk kahvesinde dışarıya bakıp iç geçirdin mi? Çatık kaşlı kadınların makyajındaki, esnafın kapısının önünü süpürüşündeki o yitik kederi gördün mü? Hiç kanıksadın mı acizliğini, yoksa bu sana utanç mı verdi yalnızca?

            Anlaşılma arzusunda bile muğlaklığının esiri oldun mu hiç? Deliliğini gizlemeyi denerken esas kimliğini unuttun mu? Var olmayan bir acı yaratımıyla post modernist bir şovun aktörü oldun mu? Sözde savunmaların seni daha büyük bir kavganın mağlubu yaptı mı hiç? Yenilmeye mahkûm olduğun bir kavgaya tutuştun mu kendinle? Kaçarken es kaza girdiğin çıkmaz sokağı yuvan belledin mi? Aklınla kelepçeledin mi ruhunun ellerini? Baskıladığın her şey bir sigaranın orta yerinde sıktı mı boğazını? Yalanınla süsledin mi hiç o mağrur duruşu? Kayda geçmeyecek hevesleri içindeki kara deliğe tıkıştırmaya çalışırken daha da çıktın mı yoldan? Hayatının muazzam sürüklenişini arkana yaslanıp izledin mi hiç keyifle? Her fırsatta kendini tecrit ettiğin o zorba, o yoz topluma kızdın mı?

            Hiç tamir etmeye kalkıştığın ne varsa elinde kaldı mı? Sıradan bir yaz günü, cehennemle tanıştırdı mı hiç seni? Herkesin hevesle kucakladığı o güneş celladının şahitliğini yaptı mı? Alaycı bir tebessümün günlerce geçmeyen sızısını öfkenle bastırdın mı? Acısına alıştığın yaraların iyileştiği yanılgısına kapıldın mı? Kalbinin tozlu kuytusu ziyaret edildiğinde çıplaklığını kabalığınla örttün mü? Pek de inanmadığın halde tanrıdan yardım istedin mi ıssızlığına? Ölümün cazibesi yaşamını tutkulu kıldı mı hiç? Yüzünün yarısını kaplayan karanlığın içine gömüldün mü balkonunda? Korkaklığını umursamazlığının ardına sakladın mı hiç özenle? Hiç hayattan pek beklentin yokmuş gibi görünmene karşın arzularına ket vurmanın yollarını aradın mı? Kendini aklamak için her şeyi meşru kıldın mı o kusursuz mahkemende? Pek korkusuzca savurduğun yargılarını gerçeğin kılığına soktun mu? Onlarca olası sonucun en kötüsüne bel bağlayıp hayatı zehir ettin mi kendine?  Köhnemiş bir diyarın mahkûmu olduğun gerçeğine boyun eğdin mi sen hiç? Her şeyin bozulmaya başladığı o anı ararken doğduğun günü lanetledin mi?

            Kendini korudun mu sevgini esirgemek pahasına? Kuşanmadan, yüzleşmeden, rüzgârın ortasında dalgalara meydan okumadan sevginin kucağına düşmesini bekledin mi? Yaptın mı bu yüzsüzlüğü? Hiç kendi yaralarını başka birinin yaralarını derinleştirerek iyileştirmeyi denemedin mi? Birini bencilliğinin kurbanı yapmadın mı? Olduğun değil, olmak istediğin şey uğruna hislerini aklının denizinde boğdun mu hiç? Hiç sevdin mi gerçekten, hiç sevildin mi? Hiç yaşadın mı? Peki, hiç ölümü arzulamadın mı?