Sanki
ne yaparsam yapayım yetemiyorum bu hayata. Dünya beni hoyratça sürüklüyor
enlemleri arasında. Buna rağmen mevsimlerim değişmiyor, günlerim acılı bir
annenin kalbinde yatan sırrı tekrar etmekten ibaret. Döngüyü kıramıyorum, ne
için çabalasam hayat benimle alay ediyor. Rahatsız bir sandalyenin üstünden
izlediğim günbatımı gibi acım güzelliklere eşlik ediyor. Güzelliğin içine
gizlenmiş tuzaklı yolların peşinde savruluyorum. Tuzağa bile isteye düşmemişim
gibi bir yıkıntının altından uzatmaya çalışıyorum güçsüz bileklerimi. Serin bir
denizin, ıslak bir toprağın ve usul öpüşlerin tadına hiç varmamışım gibi acının
kolları tarafından kıstırılıyorum. Boğulduğumu hissediyorum. Boşluğa üflemekten
farksız olmadığını bildiğim halde durmaksızın derin iç bir çekişe sığınıyorum.
İçimden
dağlar, denizler fışkırıyor. Bense bir ekrana sıkışmış vaziyetteyim. İçimde
biri uzaklara koşuyor. Ben, durağanlığın adı olmuşum. İçim, akli belirti
göstermeksizin haykırıyor. Bense sessizliğe kurban etmişim dilimi. Nefesimi
hissetmekte zorlandığım sıradan bir yaz gününde, beni içine çeken uykuya kafa tutmak
için yeterince modernleşememiş bir şehirli gibi kahveye sarılıyorum. Kahve
aydınlatmıyor, ancak acı ve yavan tadının rahatsız ediciliği beni uyanık
tutuyor. İşte böyle yaşıyorum şu üç
adımlık hayatı; kaçamadan ve sıkışarak.
Etrafım
iki çift lafın artığını temizleyenlerle çevriliyken sırf gün doldurmak için
katlanıyorum tüm bu cehalete. Kimsenin gerçekte kimseyi umursamadığı masalarda,
gülüşmelerde buluyorum kendimi. Kimsesizlik, her zaman somut bir yokluğu
aramıyor. İnsan, insanların arasında bile kimsesiz kalıyor ya en kötüsü bu. Nasıl
olduğumu soranlara “iyiyim” diyor, o yavan esprilerine gülüyormuş gibi yapıyor
ve dahası konuşma sırası bana dönmesin diye ara vermeksizin soru soruyorum. Hem
onlarla ilgilendiğimi düşünüyorlar hem de onlar iştahla sıkıntılarını
anlatırken ben kendi kafamın içinde yürüyebiliyorum. Can kulağıyla dinlemeyi,
sözlerinde kendimi bulmayı, söylediklerini idrak etmek için çaba sarf etmeyi
onca istememe rağmen bu uğraşa değer birini bulamıyorum. Böylece elimden ve dilimden dökülenlerle
kendime dostluk ediyorum. İşte bu yüzden 15 yaşından beri günlük tutuyorum,
ancak hiçbir zaman günümü ve eylemlerimi değil; yalnızca ve yalnızca hislerimi
yazıyorum. Kelimelere sığdırabildiğim kadarını mazinin gizli sayfalarında
tutuyorum. Kendime kalan bu mirasın, pek de gönüllü olmayan bir varisi gibi
yıkık dökük cümleler arasında gezinirken hem gülüyorum hem de ağlıyorum. İnsan
neden hislerini bir satır arasına iliştirme gereği duyar ki onca insan
arasında? Basit, ya hisler uygun değil paylaşmaya ya da insanlar. Bazen birine hislerini anlatmak orduları
yenmekten ve intihardan daha zor oluyor. Dahası insan kimi zaman kendisine
karşı bile ketum davranıyor.
Hisler
hiçbir zaman bütünüyle resmedilemez, somutlaştırılamaz; ancak denenir. Hisler
böylesine izaha muhtaç ve anlaşılmaya açken karşı taraf sıklıkla kendi
çerçevesinin içine alıp sınırlı ve köşeli bir parçanın içine hapseder o ruhu
yangın yerine çeviren hisleri. Dolayısıyla kendini, kendi zihninden salık
bırakacak birine rastlamadıkça –ne yazık ki bu imkânsız- insan içine dönüp yalnızlaşır
ve artık kalbini birine açmaktansa hislerini bir duvara, bir kâğıda anlatmayı
daha cazip bulur. Bazense yarım yamalak hislerin ortasında şu yuvarlağın ufak
tefek işleriyle gün doldurur. Kim bilir, belki biraz da bu yüzden hayata dair
derin konuşmaları sevsem de içine düştüğüm çukuru kimseye açmaya heves etmem. Daha
ziyade varışsız bir suskunluğu örten, her an kahkahaya dönmeye meyilli
tebessümlerle yaşarım hayatı.
Özensiz
çizilmiş bu yolu tamamlarım günbegün. Zincirlerimi kırmayı hayal ederim ve
kefeni yırtmayı. Daha önce tanışmadığım bir yokuşun sonunda yeni bir benle
tanışmayı ümit ederim. Nasıl bir insanım ben, nasıl her şey böylesine metalar
dünyasına adanmışken hala hayallerin peşinde sürüklenirim? Bilmez miyim bir
kader mahkûmu olduğumu, bilmez miyim kararmış alnımı okşamaya yetmeyen gücümün
kendimi boğmaya yettiğini? Bilmez miyim mutlu bir son yok, hatta mutsuz bir son
dahi yok. Öylece, gelişigüzel bir son var yalnızca. Yolun bittiğini bile
kavrayamadığımdan sendeleye sendeleye hala yürüdüğüm o boktan yol. Sınırları çoktan çizilmiş ben, düzlüğün
yanılsamasında terden sırılsıklam olmuş, kokuşmuş ve ayakları toza toprağa
bulanmış halde çoktan geldiğim sonu, arar dururum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder