31 Ağustos 2022 Çarşamba

HİSLER

 



Sanki ne yaparsam yapayım yetemiyorum bu hayata. Dünya beni hoyratça sürüklüyor enlemleri arasında. Buna rağmen mevsimlerim değişmiyor, günlerim acılı bir annenin kalbinde yatan sırrı tekrar etmekten ibaret. Döngüyü kıramıyorum, ne için çabalasam hayat benimle alay ediyor. Rahatsız bir sandalyenin üstünden izlediğim günbatımı gibi acım güzelliklere eşlik ediyor. Güzelliğin içine gizlenmiş tuzaklı yolların peşinde savruluyorum. Tuzağa bile isteye düşmemişim gibi bir yıkıntının altından uzatmaya çalışıyorum güçsüz bileklerimi. Serin bir denizin, ıslak bir toprağın ve usul öpüşlerin tadına hiç varmamışım gibi acının kolları tarafından kıstırılıyorum. Boğulduğumu hissediyorum. Boşluğa üflemekten farksız olmadığını bildiğim halde durmaksızın derin iç bir çekişe sığınıyorum.

İçimden dağlar, denizler fışkırıyor. Bense bir ekrana sıkışmış vaziyetteyim. İçimde biri uzaklara koşuyor. Ben, durağanlığın adı olmuşum. İçim, akli belirti göstermeksizin haykırıyor. Bense sessizliğe kurban etmişim dilimi. Nefesimi hissetmekte zorlandığım sıradan bir yaz gününde, beni içine çeken uykuya kafa tutmak için yeterince modernleşememiş bir şehirli gibi kahveye sarılıyorum. Kahve aydınlatmıyor, ancak acı ve yavan tadının rahatsız ediciliği beni uyanık tutuyor.  İşte böyle yaşıyorum şu üç adımlık hayatı; kaçamadan ve sıkışarak. 

Etrafım iki çift lafın artığını temizleyenlerle çevriliyken sırf gün doldurmak için katlanıyorum tüm bu cehalete. Kimsenin gerçekte kimseyi umursamadığı masalarda, gülüşmelerde buluyorum kendimi. Kimsesizlik, her zaman somut bir yokluğu aramıyor. İnsan, insanların arasında bile kimsesiz kalıyor ya en kötüsü bu. Nasıl olduğumu soranlara “iyiyim” diyor, o yavan esprilerine gülüyormuş gibi yapıyor ve dahası konuşma sırası bana dönmesin diye ara vermeksizin soru soruyorum. Hem onlarla ilgilendiğimi düşünüyorlar hem de onlar iştahla sıkıntılarını anlatırken ben kendi kafamın içinde yürüyebiliyorum. Can kulağıyla dinlemeyi, sözlerinde kendimi bulmayı, söylediklerini idrak etmek için çaba sarf etmeyi onca istememe rağmen bu uğraşa değer birini bulamıyorum.  Böylece elimden ve dilimden dökülenlerle kendime dostluk ediyorum. İşte bu yüzden 15 yaşından beri günlük tutuyorum, ancak hiçbir zaman günümü ve eylemlerimi değil; yalnızca ve yalnızca hislerimi yazıyorum. Kelimelere sığdırabildiğim kadarını mazinin gizli sayfalarında tutuyorum. Kendime kalan bu mirasın, pek de gönüllü olmayan bir varisi gibi yıkık dökük cümleler arasında gezinirken hem gülüyorum hem de ağlıyorum.  İnsan neden hislerini bir satır arasına iliştirme gereği duyar ki onca insan arasında? Basit, ya hisler uygun değil paylaşmaya ya da insanlar.  Bazen birine hislerini anlatmak orduları yenmekten ve intihardan daha zor oluyor. Dahası insan kimi zaman kendisine karşı bile ketum davranıyor. 

Hisler hiçbir zaman bütünüyle resmedilemez, somutlaştırılamaz; ancak denenir. Hisler böylesine izaha muhtaç ve anlaşılmaya açken karşı taraf sıklıkla kendi çerçevesinin içine alıp sınırlı ve köşeli bir parçanın içine hapseder o ruhu yangın yerine çeviren hisleri. Dolayısıyla kendini, kendi zihninden salık bırakacak birine rastlamadıkça –ne yazık ki bu imkânsız- insan içine dönüp yalnızlaşır ve artık kalbini birine açmaktansa hislerini bir duvara, bir kâğıda anlatmayı daha cazip bulur. Bazense yarım yamalak hislerin ortasında şu yuvarlağın ufak tefek işleriyle gün doldurur. Kim bilir, belki biraz da bu yüzden hayata dair derin konuşmaları sevsem de içine düştüğüm çukuru kimseye açmaya heves etmem. Daha ziyade varışsız bir suskunluğu örten, her an kahkahaya dönmeye meyilli tebessümlerle yaşarım hayatı.

Özensiz çizilmiş bu yolu tamamlarım günbegün. Zincirlerimi kırmayı hayal ederim ve kefeni yırtmayı. Daha önce tanışmadığım bir yokuşun sonunda yeni bir benle tanışmayı ümit ederim. Nasıl bir insanım ben, nasıl her şey böylesine metalar dünyasına adanmışken hala hayallerin peşinde sürüklenirim? Bilmez miyim bir kader mahkûmu olduğumu, bilmez miyim kararmış alnımı okşamaya yetmeyen gücümün kendimi boğmaya yettiğini? Bilmez miyim mutlu bir son yok, hatta mutsuz bir son dahi yok. Öylece, gelişigüzel bir son var yalnızca. Yolun bittiğini bile kavrayamadığımdan sendeleye sendeleye hala yürüdüğüm o boktan yol.  Sınırları çoktan çizilmiş ben, düzlüğün yanılsamasında terden sırılsıklam olmuş, kokuşmuş ve ayakları toza toprağa bulanmış halde çoktan geldiğim sonu, arar dururum.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder