3 Mayıs 2020 Pazar

DOĞRU İNSAN?




Doğru insan değil, doğru zaman vardır. 

İnsanların çoğu aşka inanır ve hatta hayatın tek gayesinin bu olduğunu düşünürler. Kimisi de aşka sadece inanır, ama hayatın gayesi haline ge­tirmez. Her iki durumda da “doğru kişi” diye kavramsallaştırılmaya çalışı­lan ama aslında sıradan bir söz öbeği olan bir şeyin peşine düşülür. Hatta öyledir ki yapılan birçok şey, alınan onca risk, etik değerlerin göz ardı edilmesi, birçok ilişkiyi sonlandırmak (sözde) doğru kişi içindir. Doğru ki­şinin bulunduğu yanılsaması veya bulma ihtimali üstüne bir kumardır.

Peki, “doğru kişi” olarak adlandırılan kişi kimdir, nedir, nasıl biridir?  Buna çok basit ve genellikle kabul gören bir cevap vereceğim; doğru kişi, aşkı sana tattıran, hayatının geri kalanını geçirmek isteyeceğin kişidir. Bu yanıt, kendisiyle çok basit olduğu halde kompleks olarak algılanan başka bir soruyu da beraberinde getirir: Aşk nedir?  Aşkın kendisine kavram ola­rak inanmasam da insanların ‘aşk’ olarak adlandırdıkları hislerle har­manlanmış biyokimyasal süreci tanıyorum. Süreç herkes için aynı işlese de kişilerin tanımlamaları ve ‘aşk’ı algılama biçimleri çeşitlilik gösterir.

Montaigne; “Aşk dediğimiz şey, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değildir. diyerek doyumsuzlukla ilişkilendirmiştir 'aşk'ı. Plautus, erişilemezin güzel olduğunu vurgulayarak “Aşk, elinde olanı değil, elinde olmayanı ister. demiştir.  Eugene Delacroix ise “Aşkı anlatabilmek için yeryüzünde var olan dillerden çok farklı bir dil gerekir. diyerek tanımla­namayacağını ifade etmiştir.  Schopenhauer kadınlarla arası iyi olmadığın­dan mı, bilinmez; “Aşk, insan türünü sürdürmek için bireye kurulmuş tuzak­tan başka bir şey değildir.” demiştir. Belki de Schopenhauer’un kadın­larla arası böyle düşündüğünden iyi olmamıştır.
Nasıl ki ‘aşk’ herkes tarafından farklı algılanıyorsa ‘doğru kişi’ de herkes için farklı anlam ifade eder ve tektir.  Zamanı gelince binlerce olasılık aynı anda gerçekleşir ve iki insan birbirleri için ‘doğru’ olduklarını anlarlar (as­lında zannederler). Sadece bununla ilgili onlarca film yapılmış, yüzlerce söz söylenmiştir.  Hatta çok sıradan hikâyeler, birden tesadüflerle dolu bambaşka destansı bir şeye dönüştürülür. Bir duygu silsilesi örter gerçekli­ğin vakur duruşunu.  O kadar doğrudur ki o kişi; ne tesadüfse hep aynı sa­atte binilen otobüs kaçırılmıştır, ne tesadüfse o gün hiç denenmeyen bir kahve içmek istenmiş, hiç bilinmeyen bir kahveciye gidilmiştir ve bum.  Gerçekten de olağanın dışına çıkmak bize yeni insanlar kazandırabilir ve bu kazandığımız insanlar bizimle son derece uyumlu bir kafa yapısı ve ya­şam şekline de sahip olabilir. O ana kadar hissedilmeyen ne varsa hissetti­rebilir. Tüm bunlar kişiye ‘doğru insan’ı bulduğu yanılsamasını yaşatır. Ama aslında durum, bize sunulan küçük dünyamızda sınırlı lokal çerçeve­lerde cinsiyet faktörünün de dahil edilmesiyle eleyerek ve sürekli bir muka­yese sürecinden geçerek ulaşılabilecek sayılı kişilerden birine rast gelmektir. 

Konuyu daha anlaşılır kılmak için küçük bir matematik yapmak yeterli olacaktır.  2017 yılını ele alalım; 2017’de dünya nüfusu 7,6 milyar civarın­daydı. Ama biz ‘doğru kişi’ yi aradığımız için ihtimal neredeyse yarı yarıya azalıyor. Her heteroseksüel ve homoseksüel birey için cinsiyet faktörü dâhil edilince ‘doğru kişi’nin 3,8 milyar arasında olduğunu söyleyebiliriz. Bu sa­yıdan 15 yaş ve altı çocukları çıkarırsak yaklaşık olarak 2,8 milyar kişi ka­lıyor. Tabi yaş gibi bir kriteriniz varsa 60 yaşın üstünü de çıkarmamız ge­rekecek. Son durumda;  ‘doğru kişi’niz 1,9 milyarlık bir kalabalıkta dolaşı­yor. Bu da demek oluyor ki, o kişiyi bulma ihtimaliniz yaklaşık 2 milyarda 1.

Ankara üstünden örneklemeyle alanı daraltalım; 2017’de Ankara nüfusu yaklaşık 5,5 milyon. Bunun 1,2 milyonu 14 yaş ve altını oluştururken 460 bin civarı da 65 yaş ve üstünü oluşturuyor, kadın-erkek oranı hemen hemen yarı yarıya. Kabataslak bir hesapla eğer şanslıysanız ‘doğru kişi’niz yolda yürürken karşılaşabileceğiniz size kalan bu 2 milyon kişi arasında olabilir; tabi ‘aşık olacağınız doğru kişi’ için kafanızda yığınla kriter yoksa.  Zira ‘aşk’ engel tanımaz, sınırlanamaz, hatta bazen etiği ve gururu yok sayar.  O; “evli olmasın, boşanmış olmasın, çocuğu olmasın, eğitimli olsun, bıyıklı olmasın, kısa olmasın vs.” gibi uzayacak materyalist gerekçelerle oluşturu­lan bir eleme sistemi değildir, değil mi?

‘Doğru kişi’ niz şu an Hindistan’da bir ineğe tapınıyor olabilir, Hollanda’da esrar içiyor olabilir, Fransa’da dans dersine yetişmeye çalışıyor olabilir, Arjantin’de şoför olabilir, Afrika’da dileniyor bile olabilir.  

Doğru kişi herkesin bulabileceği, ama abartıldığı için karmaşıklaştırıp bü­yülü bir şey haline getirilen bir konudur. Doğru kişi değil, kişiler vardır ve biz aralarından en makul olanıyla birlikte oluruz. Sevebileceğiniz, tutkuyla bağlanabileceğiniz, anlaşabileceğiniz,  sürekli yan yana olmak isteyeceğiniz birçok kadın ya da erkek olabilir. Hayatın kala­nını geçirmek isteyeceğiniz kişiyi, çoğu zaman bunları yaşatan kişinin doğru yaş aralığına denk gelmesi belirler.

Sınırlarımız çoktan çizilmiş; kendi kurallarımızı, kültürel belleklerimizi, prensiplerimizi, kriterlerimizi aşamıyoruz bile. Deneme-yanılma yoluyla sürekli teste tabi tutuyoruz hayatımıza giren insanları. Çok küçük, çok ince delikleri olan bir süzgecimiz var; hiçbir şey akıp gitmiyor suyla. Süzgeçte kiri az olanları, testleri geçenleri, kriterlerinizi karşılayanları doğru kişi sanıyorsunuz, hepsi bu. Doğru kişi diye kodladığınız insanı; içinde bulun­duğunuz dönem, içinde bulunduğunuz şehir seçiyor aslında. Doğru kişi diye bir şey yok bu yüzden, sadece doğru zaman var.

Yoksa siz hala bir elmanın iki yarısının her zaman aynı dili konuşması ge­rektiğini mi düşünüyorsunuz? 

30 Nisan 2020 Perşembe

ÖĞRENMEYE ÖVGÜ





Illustrations Stock Photos, Illustrations and Vector Art | Depositphotos®

Pek az insan başkalarının deneylerinden yararlanmayı bilecek kadar akıllıdır.
F. M. AROUET VOLTAIRE


Bize, yaşam alanımıza dolaylı ya da doğrudan bir şekilde dâhil olan herkes,  bize hiçbir şey öğretmese bile onun gibi bir insanla anlaşamayacağımızı öğretir. Bu yüzden yaşanan her acıdan, unutulan her anıdan hatırlanması gereken bir ders, sevilmesi gereken bir tecrübe çıkarıldığı ve edinildiği söylenir. Önemli olan, her zaman, ders almak ya da tecrübe edinmekten ziyade onları ilerleyen süreçte, hayatımızın geri kalanında hangi noktalarda kullanacağımızı bilmektir. Bu aslında bir bakıma oyun oynamak gibi. Hiç bilmediğimiz bir oyunu oynarken birinci seviyeyi sürekli tekrar ederiz. Birinci seviyeyi aşıp ikinci seviyeye geçtiğimizde yine zorlanırız, ikinci seviyeyi anlayana kadar birkaç kere başa sararız, ama birinci seviyede oyunu öğrendiğimiz için ilk baştaki kadar zorlanmayız. Böyle böyle tekrar eder. Seviye arttıkça oyun daha çok zorlaşmasına rağmen öncekilerde öğrendiklerimizi kullanarak rahatça ilerleriz. Hayat da böyledir işte, ama ne yazık ki önceki seviyelerde öğrendiklerimizi bazen tamamıyla unutur ya da göz ardı ederiz. Çünkü yaşımız kaç olursa, öğrendiklerimiz ne kadar büyük olursa olsun, yaşadıklarımızın ağırlığı ruhumuzdan izlerini silmemişse de deneme ve yanılmanın heyecanını tatmak isteriz.

Ben bunu hayatıma giren, benimle duygusal paylaşımda bulunan herkeste yapmaya özen gösterdim. Bilerek ve isteyerek çelme taktım kendime. İnsanlara hiç güvenmememe rağmen kapılarımı sonuna kadar açtım; kendimi, içimi sonuna kadar açmadım, ruhumu tamamıyla göstermedim belki. Ama kapılarımı açtım. Benden istedikleri şeyi talep edebilirlerdi, ne zaman yardım isteseler orada olurdum. Ne zaman başları sıkışsa orada olurdum. Çünkü benim için hayatımın köşelerine çarpan, çizgilerinde gezinen herkes içine girmese de bir şekilde değerliydi. Benim canımı yakmadıkları sürece değerli kalacaklardı, nihayetinde Schopenhauer’u seviyordum ve canlarımı yaktıklarında benim için hiçbir şey eskisi gibi olmazdı. Ama bana dokunmadıkları müddetçe katbekat iyi olacaktım.



Hayatıma aldığıma insanlardan birisi bana öpüşmeyi öğretti, diğeri yalan söylemeyi öğretti, bir başkası kaçmayı öğretti, bir başkası tavla oynamayı, bir diğeri ise bilardo oynamayı öğretti. Bir başkası notaları öğretti, bir başkası saksafonun ne kadar güzel bir enstrüman olduğunu, bir başkası kulaç atmayı bir diğeri ise sigara içmeyi öğretti. Bir başkası hissetmeyi ve sevmeyi öğretti, bir başkası dünyadaki en iyi gitaristleri öğretmeyi denedi. Bir başkası sevgiden daha yüce bir duygu olmadığını anlattı, bir başkası tecrübelerimden ders çıkarmam gerektiğini, bir diğeri ise sevişmeyi öğretti. Ama hiçbiri hayatımda bıraktıkları izlerin farkında değildi, hepsi silinip gideceklerini biliyorlardı. Öyle de oldular. Ama onların bana öğrettikleri yıllardır benimle ve hayatım boyunca da benimle olacaklar. Her öğrendiğim, aslında hiçbir şey bilmediğimi gösteriyordu bana. Her insan hayatımda küçük nüanslar yaratarak gidiyordu benden.  Bu yüzden her başlangıcı, her terk edilişi sevdim. Her bir tutku, her bir acı; benim bile keşfedemediğim yanlarıma dokunuyor, bu ıssız labirente küçük, ama işe yarar ipuçları bırakıyordu.

Ancak ne yazık ki ben onlara pek bir şey öğretemedim. Çabalamadığımdan değil; onlara İspanyol filmlerini, dans etmeyi, Şükrü Erbaş’ı, Scorpions şarkılarını ve nice sevdiğim, bildiğim şeyi öğretmeyi çok denedim. Bazıları öğrendi, çoğunluğu öğrenmedi. Genellikle öğrenen bendim; çünkü genellikle öğrenmeye hevesli, ortak nokta bulmaya çalışan taraf bendim. Bunu, o insanlar hayatımdan çıkmasınlar diye değil; “Bunu öğrenmemden ne çıkar?” diye düşündüğümden yaptım. Çünkü hayatıma kattığım; uygunsuz, önemsiz, sıradan nasıl olursa olsun edindiğim her şey benim için kıymetliydi. Annem küçüklüğümden beri “Hırsızlık bile olsa öğren de unut.” derdi çünkü. Bu yüzden öğrenmenin değerini biliyordum.

Öğrenmek birisini tanımaktı, öğrenmek bir şey keşfetmekti; öğrenmek başka dünyaya açılan bir kapıydı. Öğrendiğim şey; bana yeni öğrenilecek şeyler kazandırır, yeni bir şey öğretecek insanlarla tanışmamı sağlardı çünkü. İşte böyle büyüdüm. Her şey ilk adımımla, ilk öpüşmemle başladı ve sonra geri kalan her şeyi yavaş yavaş öğrendim. Bu yüzden ilişkiler her zaman sadece bir ilişki değildir. İlişkiler bizi hayata hazırlayan ve bize farkında olmadan yığınla edinim sağlayan anılar bütünüdür. Önemli olan içinde bulunduğun ilişkiyi kendin için nasıl bir etkileşim haline getirdiğindir.  Eğer ilişkiyi yönetemezsen onun sana kazandırdıklarıyla yetinirsin, eğer ilişkiyi yönetebilirsen o ilişkinin sana ne kazandırabileceğini araştırırsın, ama eğer ilişkiyi yönetemezsen ve herhangi bir şey de keşfedemiyorsan siktir olup gitmen gerekir.

8 Nisan 2020 Çarşamba

TOZ




Küçük bir an içine her şeyi sığdırdım
Kimi zaman kendimi bile uzakla
ştırdım
G
üzel şeyler çabuk ölür, çürür, gider
Beklentiler, seni kendi bataklı
ğına çeker

Umarım bur’da tozum bile kalmaz
Umarım beni kimse hatırlamaz

Tuhaf bir an, derine bir sırdı sakladım
Ço
ğu zaman yaşadığımı unutmaya çalıştım
Hayaletler, hep ayn
ı döngüde gezer
Baz
ı şeyler, seni mezara kadar takip eder

Umarım bur’da tozum bile kalmaz
Umarım beni kimse hatırlamaz…

Olmaz dediklerim,
Daha
ş
imdiden eskidi
Bütün o çaba, anlamını yitirdi

Ellerimi kâğıdın üstünde gezdiriyorum, sözlerime nasıl başlayacağımı bilmiyorum bile. Tek bildiğim içimde sonu bulmayan bir acı olduğu. Hayatım ne kadar yolunda giderse gitsin bitmeyen bir acı. Sebebini bilmediğim, orijinini keşfedemediğim, her ufak sorunda üstüme çullanan ve aslında hep orada olduğu halde bir gelişinde pir gelen,  saatlerce peşimi bırakmayan, beni iliklerime kadar ele geçiren sonsuz bir acı. Fenomen değil.  Sebebi yok, çaresi yok. Sadece kendisi var. Hayatımın her anında benim yanımda olan, bana herkesten, her şeyden daha yakın bir acı. Omuzlarımda bazen seve seve taşıdığım, bazen defolması için saatlerce kendi kendime konuştuğum bir acı.

Hayatım boyunca kendimi bir şeyleri anlamaya adadım, en başta kendimi. Davranışlarımın altında yatan sebepleri aradım, çocukluğuma indim, geleceğime gittim. Sonsuz acının nereden geldiğini ve beni nereye götüreceğini keşfetmek için çıktığım her yolculuk zorlu oldu. Dahası kendime ayna tutacak birsürü şey buldum. Hiçbirindeki yansıma beni tatmin etmedi. Kendimle her buluştuğumda o şeyi reddettim. Kendini sevmekten ve tanımaktan öyle yoksundum ki inkâra sığındım her seferinde. Bir süre sonra “o şey ben miyim, sadece inkâr mı ediyorum” sorusunun cevabı silikleşti.

“Seni anlıyorum” deyip ellerimi avucuna alan insanlara büyük bir tebessümle cevap verdim. Onlar bunun bir sembol olduğunu anlamadılar. Çaresizliğin ve kimsesizliğin büyük bir sembolüydü bu. Gözlerimi ovuşturduğumda canımın yandığını sananlar gülümserken acının en derinini yaşadığımı fark edemediler. Gözyaşları birsürü zırvalığın sebebiyken en derin acılar, boşlukta bir tebessümün konusu olurlar. Ve ben insanlar içinde sürekli gülerken yastığımın ucunda ağlardım. Yastığımın ucu hep daha güzeldi. 


Birsürü insan var etrafımda, dolaşıp duruyorlar aylak aylak. Hepsi tuhaf ve yabancı. Bense kocaman bir boşlukta süzülüyorum. Öyle büyük ki boşluk, geçtiğim bir noktadan bir daha geçmiyorum.  Ama hep aynı insanları görüyorum. Korkak insanları, fırsatçıları, abartanları, iyi geçinenleri, basit zevkleri olan insanları ve bana dokunmayı çalışanları. Herkes nasıl da aynı bunca kalabalık arasında. Hatalar güzeldir, hataları severim. Bunlar hata değil, bunlar kötülük. Bunlar bilinçsizce yapılan şeyler değil, bunlar bile isteye harekete geçirilen eylemler. Akılları çalışıp da akılsız gibi davranmayı tercih edenler bunlar; en korkunçları, en tehlikelileri. Bense kendini akıllı sanan bir akılsız, bir hata. Baştan aşağı bir hata. Yanlışlıkla ortaya çıkmış, bunu engellemek için de her şeyi denemiş bir hata. Kendisini birkaç hafta daha içerde bırakıp imha etmeye çalışmış başarılı olamamış, zorla dünyaya atılmış koca bir hata.

Kim olursa olsun onların çirkin yüzlerini hafif ya da ağır şekillerde anlık da olsa bir gün gördüm. Onların korkak, fırsatçı yüzlerini. Bir insanla sorun yaşayıp ona anlık sinirlenince yine anlık olarak korkunç duygular beslemeye başladım, ama bu öfke birkaç saat, birkaç gün, birkaç ay sonra geçip gitse bile içimde oluşan korkunç duyguların ufacık bir kısmı kaldı ve eskisi gibi olamadım bir türlü. Belki de insanlarla aramı açan şey de hiçbir şey olmamış gibi hayatıma devam etmeme rağmen içimde hissettiğim bu artık duygulardı. Çöpe atılması sıkıca ağzı bağlanıp kat kat poşetlere sarılması gereken bu duygular çöpe asla atılmadı, atılamadı. Ne kapıcı geldi, ne de ben dışarı çıktım. Çöpler üst üste bindi, kokuşup bakteri üretmeye başladı ve ben içerde bir yerlerde çürüdüğümü hissediyordum. Eskidiğimi, kokuştuğumu ve çirkinleştiğimi… Hangisinin önce başladığı ise bir muamma. Çirkinliklerim içimden dışarı taşmaya başladığında mı onlarla aram açıldı, yoksa onlarla aram açıldığı için mi çirkinleştim; hiçbir fikrim yok. Ama birbirlerini besledikleri aşikâr.

Hiçbir şeye gücüm yok, artık yazmaya bile üşeniyorum. Öyle ki artık yazdıklarım bile dümdüz basit cümlelerle bezenmiş bir yığın, hayatım gibi. Konuşur gibi, ağzıma ne gelirse yazıveriyorum. Hâlbuki böyle olmasını istememiştim. Artık öfkelendiğimde sadece boş boş bakıyorum, onlardan biriyle tartışıyorsam konuyu saptırmadan, uzatmadan “tamam” diyorum. Yeter ki sussun. Ses istemiyorum, gürültü hiç istemiyorum. İyi ya da kötü bir hareket istemiyorum. Sıradanlaşabilir her şey aniden, yok olabilir de; ben yine öylece bakmaya devam edeceğim ne de olsa. Ne de olsa çabam, bağırmalarım, gülüşlerim, yoruluşlarım bir yok oluş diyarında süzülüyor. Seni ‘sen’ yapan ne varsa onlar da çekip gidiyor birer birer. Kendini bile tanıyamaz oluyorsun. Herkesi itiyorsun, kendinle birlikte. Hem de öyle birer birer, aşamalı olarak da değil; topyekûn ve kökten itiyorsun. 

Tüm gün yaşadığın gerginlikleri gökyüzüne bakıp sigaranı yukarı üflediğinde atıyorsun belki dumanla birlikte içinden. Ama hayatındaki gerginlikleri oradan oraya taşıyorsun cebinde. Öyle sakin sakin de taşımıyorsun, varlığını unutup kaybettiğini sandığın bir şey olmuyor hiç. Aksine, yürürken ellerin cebinde hep, parmaklarının arasında yuvarlıyorsun onları.

Bazen birinin elini tutmak için çıkarıyorsun; yaşlı, genç, kadın, erkek. Kim seni iyileştirmeye geldiyse, kim kalbine dokunmaya çalıştıysa ona işte. Çıkarıyorsun elini cebinden, dertlerin parmaklarının arasından kayıp cebinin derinliğine gömülüyor. Cebin de delik değil ki akıp gitsin yürüdüğün sokaklara. Ama olsun bazen ellerin başka ellerle birleşince dertler gömülüyor cebinin derinliğine, kısa süreliğine de olsa unutur gibi oluyorsun. Ondandır ki tutacak bir el arıyorsun boşlukta. Yine de biliyorsun; avuç çizgilerini ezberlemiş parmaklar da, şöyle tırnağının ucuna dokunup soğuk diye çekilen bir el de dertlerini parçalamıyor, cebinden çıkarıp fırlatmıyor onları sokağa. O sadece abartıp fırsatları değerlendiriyor, sonra da korkuyor gördüğü şeyden. Yalnızca yanılsamanı yaşatıyor, ardından da çekip gidiyor. Sen de gülümsüyorsun iç çekip elini tekrar cebine koyarken. Eh kızamıyorsun da; sen çıkardın mı sanki onun cebindekileri? Belki biraz da ekledin. Kim haklı, kim suçlu tartışmanın lüzumu var mı? Bir şeyler oluyor ve bitiyor, bu kadar işte. 

24 Mart 2020 Salı

ODA



"İnsanın içinde ne kadar çok şey varsa, başkalarından o kadar az şey ister." Arthur Schopenhauer




Lacivert, kadife perdesinin önüne geçti. Cama yaslanırken geceye soluyordu nefesini. Odayı havalandırmak için açtığı pencerenin önünde öylece durmuş, sokak lambalarına bakıyordu, ama gördüğü şey buradan çok uzakta, başka bir şeydi. Başka bir şeyin acısını çekiyordu bambaşka zamanların içindeyken. O sırada şarkı “Yanlış zamanlara… Sensizliğe ağlarım” diyordu. Bu şarkıyı çok severdi, kim bilir belki de geçmişi yâd etmek gibiydi onun için.


Gözyaşları coşkuyla akmıyordu bu kez yanaklarına. Kabullenmişliğin sakinliği vardı gözlerinde. Çırpınmayı bırakıp onu savuran rüzgâra kendisini bırakmanın huzuru ve çaresizliği. İnsanın yitirecek bir şeyi kalmayınca kaygısı da yok olur. Tüm endişelerden, tüm korkulardan ve sorumluluklardan kurtulmuş olmanın verdiği rahatlık peydah olur benliğinde. Sonra bırakır kendisini; suya sırtüstü uzanır ve akıntının onu istediği yere götürmesine izin verir.  O da bunu yapıyor, öylece duruyor ve gözyaşlarının boynuna kadar akmasına izin veriyordu. Onlar da teninin onlara çizdiği yollardan gidecekti nasıl olsa. Bedeni titreyip tepki göstermese sabaha kadar duracak gibiydi. Derin bir iç çekip kapattı penceresini. Şarkıyı başa sardı. 


Durmaksızın, ara vermeksizin çalışan bir maden işçisi vardı kafasının içinde. Gittikçe daha da derine inen, korkusuz bir maden işçisi.  Canı sıkıldıkça başka noktalarda çalışan, ama temelde kendisine tek bir nokta belirlemiş, orayı sürekli kazan ve elindeki tüm araç gereci sadece buna harcayan, densiz bir maden işçisi.  Kafasındaki maden işçisi kazı çalışmasını hızlandırdıkça aşağı kaymış, yere düşmüştü. Bunun “düşmek” dışında bir eylem olduğu söylenemezdi. Bu düpedüz bir düşüştü. Hem de ne düşüş! Bin parçaya bölünüp bantladığında, onu eskisi gibi yapacak tek bir kilit parçanın yatağın altına kaçtığı ve hiç fark edilemediği bir düşüş!


Düştüğü yerden kalkmaya hiç çalışmadan bir sigara aldı komodinin üstünden.  Üfledi karanlığa nefesiyle karışan sigara dumanını, dinlerken şarkının solosunu. Ve sözler tekrar girdiğinde “Nedensiz sorgusuz bir rüya gözlerimde…” diye başını eline yasladı. Gözyaşları bu kez boynuna değil, yere akacaktı.


Sigarayı bitirmeden sıkıştırdı küllüğün ucuna. Diğer elini de koydu şakağına. Saçları alnından geriye gitmişti. Gözyaşları süratli akıyordu şimdi, ama gıkı çıkmıyordu. Tek bir çıt çıkaracak olsa yıkardı bu evi, farkındaydı. Şimdilik şarkıyı yine başa sarmakla yetindi.


Kimsenin onu tanımasını, bilmesini istemiyordu. Kimselerin göreceği şey, kendisini bile korkutuyordu çünkü. Kimselerin ona dokunmasını istemiyordu. Kimselere alışmak istemiyordu, kimseler farklı sokaklardan yürürlerdi arkalarını dönüp. Kimsesiz var olmak istedi, kimseleri denediyse de var olduğunu hissetmek için. ”Hem bu kadar anlaşılmaya ihtiyaç duyup hem bu kadar anlaşılmaktan korkan kaç insan vardır?” diye geçirdi içinden “Sonsuz gecelerde sensiz ağlarım” diye fısıldarken şarkı. 


Bin parçaya bölündüğü yerden birkaç parçasını arkada bırakarak kalktı. Sönmüş mumların arasından yürüyüp küçük, ahşap kutunun içini açıp her biri birbirinden güzel anıyı çağrıştıran penaları aldı avucuna. Yeni doğmuş bir canlıymış gibi özenle taşıyordu onları ellerinin arasında. Bir elinden diğerine hareket ettirirken düşürdü tek siyahı parmaklarının arasından. Anlaşılan maden işçisi terini şöyle bir silip hevesle devam etmeye başlamıştı işine.


Avucundakileri kutunun içine geri koyup o tek siyahı aramaya başladı el yordamıyla, karanlıkta. Bulamıyordu, ama ışığı açmayı düşünmemişti bile. Elleriyle bulabilirdi, fazla uzağa gitmiş olamazdı. Hayatında hep aynı hatayı yapardı, karanlıkta o tek siyahı arar dururdu. Düşünmezdi, onu aradığı süreyi ışıkla kısaltabileceğini. Sadece arardı. Görmeden, bilmeden; hisleriyle arardı ve dokunarak keşfederdi yerini. Bulurdu da. Bulurdu bulmasına da ikinci kez düşürünce yatağın altına kaçan o parça olurdu, o tek siyah.  O tek siyah onun hayatında öyle büyük bir yere sahipti ki onu kaybedince doldurulamayacak boşluklar açılmıştı ruhunda. Yerine ne koyarsa koysun, kenarlar boş kalıyordu. Bu kez o boşluklar daha çok göze batıyor, yerine koyduğu o parçayı söküp atıyordu. Büyük, ama simetrik boşluğu daha iyiydi, kenarları dolduramayan bir parçadansa.


O boşluğun içinde debelenip duruyordu, maden işçisi de boşluğun tam ortasında yorgunluğuna rağmen acısını tattırmanın hazzını yaşıyordu. Onun alanında ona düşman, onun beslediği bir nankör vardı kafasının ta içinde. O nankörü güçlendiriyordu, onu büyütüyor ve ona yeni teknikler öğretiyordu.  O çocukken acemiydi işçi; o büyüdü, işçi ustalaştı. Korkuyordu, işçinin yanına bir yardımcı almasından. Kim bilir, belki almıştı da hissedilmiyordu yardımcının verdiği acı acemi olduğundan.


Eski yerine döndü ve şarkıyı bir kez daha başa sardı. Odayı sönmeye meyleden ufacık bir mum aydınlatıyordu artık.  Küllüğünün kenarındaki sönmüş sigaraya baktı, aklına insan hayatını sigaraya benzettiği geldi. Tebessüm edip bir sigara daha yaktı.





18 Mart 2020 Çarşamba

BAD MOON RISING

I see bad moon arising, but still don't see that person providing the song to me. 



Bu şarkı, biraz benim hayatım gibi. 
Felaketi, ölümü ve acıyı çağrıştıran sözleri var, kötü bir şeyin habercisi. 
Melodisinin hak ettiği enerjiyi ve neşeyi karşılayan sözlere sahip değil 
-tıpkı ben ve dünya gibi- .

İsmi buruk, melodisi keyifli; sözleri buruk, vokali (John Foferty) mutlu. Sanki uçurumun kıyısında öylece duran, hayatı fırtınaya bağlı olan birinin yüzündeki tebessümü silmemesi gibi. 

Şarkının da söylediği gibi depremi, yıldırımları, tayfunu ve kötü zamanları gördüm, görmeye de devam edeceğim. Ve bahse konu olan şarkı gibi yaklaşmakta olan felaketlere melodimle gülümseyeceğim. 

Hep şuna inanmışımdır; şarkılar, kitaplar, filmler ve bir de felaketler insanların ortak noktada buluşup bir araya gelmelerini sağlarlar. İlk üçü her zaman tercihimdir; bir açık hava konserine gittiğimde, bir kütüphaneye ya da sinema salonuna girdiğimde içim tarif edilemeyecek bir huzurla dolar. İnsanları sevmememe karşın beni insanlarla ortak paydada buluşturan şeyleri seviyorum. Felaketler hariç.

Müzik, insanların zihinlerinde ya da ruhlarında -bazen her ikisinde birden- çok büyük boşluklar da oluşturabilir, onları çok mutlu da kılabilir, diğer  insanlarla kişilerin kendisi arasında bir bağ kurmasını da sağlayabilir. Ve bir felaket de insan ruhunda çok büyük boşluklar yaratır ya da sonrasında tükenmişliğin, sona gelmişliğin dinginliğini yaşatır ve tabi -tıpkı müzikte olduğu gibi-kimi zaman da insanların ortak dilde konuşmasını sağlar.

Bazı şeyler önce bireyleri, sonra ülkeleri, ardından bölgeleri aşarak evrensel hale gelebiliyorlar. Rengimiz, ideolojimiz, dinimiz, etnisitemiz ve daha onlarca özelliğimiz farklı olmasına karşın temel insani değerlerimiz, zevklerimiz, korkularımız ve güdülerimiz öyle benzer ki, kime karşı neyin kavgasını veriyoruz? 



Aynı rock grupları Afrika'da, Türkiye'de, Avrupa'da ve dünyanın pek çok farklı yerinde konser verip binlerce kişi tarafından coşkuyla dinleniyor. Aynı filmler dünyanın bambaşka ülkelerinde gişe rekorları kırıyor. Aynı kitaplar onlarca farklı dilde ulaşıyor modern insanın zihnine. Ve tabi aynı virüs farklı şekillerde taşınıp benzer semptomlar gösteriyor vücudumuzda. Aynı anda tükeniyor kaynaklarımız, aynı anda yerle bir oluyor ekonomimiz. Temelde korkularımız; ölmek ve sevdiklerimizi kaybetmekle ilgili.

Farklı figürlerle de olsa aynı şarkılarda dans ediyoruz, aynı sapkın yönlerimizi farklı travmalar çıkarıyor gün yüzüne, aynı duygularla farklı insanlara aşık oluyoruz. Farklı ideolojilere, dinlere aynı muhafazakarlıkla bağlanıyoruz. Aynı cümleleri farklı dillerde ve seslerde söylüyoruz. Aynı gülüşlerin ardına farklı acılar gizliyoruz.

Renklerimiz aynı, tonlarımız farklı. Vurgularımız aynı, öznemiz farklı. Bakışlarımız aynı, yönümüz farklı. Kalplerimiz ortak, hızları farklı. Dertlerimiz ortak, tepkilerimiz ayrı. Giysilerimiz aynı, bedenlerimiz ayrı. Fotoğraflarımız aynı, pozlarımız farklı. Hikayemiz aynı, yapımcımız farklı ve tabi ayrı hepimizin hayatı, ama işte dünyamız aynı. Hepimiz bir noktada herkes ve bir başkasıyız. Hepimiz aşinayız birbirimize, hepimiz yabancı. 

"Biz çoğumuz hep aynı kumaştan biçilme insanlarız. Çağdaş eğitilmiş Fransızlarız. Hepimiz birbirimize benziyoruz. Aynı kitaplardan bilgi almışız. Aynı korkular ve ön yargılarla sınırlıyız. Birimizi çekip yerine öbürünü koyabilirsin, eşiz… Kendimizi benzersiz sanma konusunda bile eşiz"

14 Şubat 2020 Cuma

Sevgisizler Günü




“Hayatın bizim için ne anlam ifade ettiği, hayatın karşımıza neler çıkarttığı ile değil, bizim hayatın karşısına çıktığımız tavırla belirlenir; başımıza gelenlerden çok, bizim olanlara verdiğimiz tepkiler ile gelişir.” Lewis L. Dunnington

Kalp, içinde tonlarca his barındıran kocaman ve ağır yüklerle dolu bir mekândır. Bu mekânın kapısı uzunca bir süre açık kalır; birçok kişi gelir bu mekâna ve pek çok olaya tanıklık eder bu mekan. Gelenlerin kimisi müşteridir, kimisi misafir. Eğer mekânın cirosu iyiyse kimileri de ortaklık teklif eder, çoğunlukla kabul etmediğin.

Bir gün hırsızlık yaşanır bu mekânda, açıktır çünkü kapısı daima. Başını kaşır, şöyle bir göz gezdirirsin karşı karşıya kaldığın sahneye. Bir iç çeker, düşünürsün ve ardından fark edersin, kapının her zaman açık olmasının sandığın kadar da iyi bir şey olmadığını. Sonra bazı günler kapını kilitlemeye başlarsın, ama mevsimlerden kış, aylardan şubat ise, hele de yağmur yağıyorsa kilitlemezsin kapını. Olur ya, birileri yatacak yer bulamaz, üşür dışarıda.

Sonra bir sabah ıslanarak girdiğin mekânın yağmalandığını görürsün. Bu kez ilk yaşanan olayın aksine; göz gezdirmez, sahneye sırtını döner, bir sigara yakarsın yağmurun altına geçip. Artık kapını, mekândan her ayrılışında kilitlemeye başlarsın, çünkü bilirsin, alışkanlıklara devam etmek, bazen o alışkanlıkları sana kazandıran durumları yok etmektir. Bilirsin, kapını kilitlemezsen, bir gün açacak kapın da olmayacak.

Bir süre her şey yolunda gider ve verdiğin kararın ne kadar mantıklı olduğunu söylersin kendine. Ama sonra, ansızın fark edersin ki, kapının eşiği eskisi gibi aşınmıyor. Arada bir çıkıp sokağa göz atarsın, olur ya; biri gelir, uzaktan gelişini izler o ufacık anda mutlu olursun. Ancak ne gelen vardır ne giden. Şanslı olduğun günler gelir birkaç müşteri, ama eski tadı kalmamıştır mekânın.

Elindeki ıslak bezle üşenmeden her sabah pırıl pırıl ettiğin camların su damlalarıyla kaplıdır. Hevesle düzelttiğin sandalyelerinde sıcaklık yoktur, kir tutmuştur bacakları hareketsizlikten. Askıda kahverengi büyük parkan dışında yoktur hiçbir şey; ne bir ceket ne bir atkı. Masalarında bardak izleri ve küller öylece bekler temizlenmeyi. Kitaplar sessizdir bir sohbetin konusu olamadıklarından. Sonra bir gün yüklersin tüm fazlalıklarını, üstüne bir örtü atar; müşteriyle, misafirle doldurmak istediğin mekânı ağır yüklerle doldurursun. Mekân hala oradadır da sen açmazsın artık o kapıyı. Bazen ellerin ceplerinde boş boş dolaşırken sokaklarda uğrarsın bu kimsesiz yere. Ahşap zeminle birleşen soğuk duvara yaslarsın kendini, böceklerin yuva edindiği bu leş gibi zemin seni çeker kendine ve kayarsın aşağı doğru.

“Bu da geçecek.” diye ayağa kalktığında her zaman olduğu gibi bir yara daha eklenmiştir yaranın üstüne. Yoğurdu da üfleyerek yemişsindir hâlbuki. Ama hayatın sana sundukları hiçbir zaman düz ve basit olmamıştır. Hep bir düğüm vardır, çoğunu çözmeye çalışırken allak bullak olup yere yığıldığın. Ve öyle bir an gelir ki, en yerden kalkman gereken zamanda kalkacak mecalin kalmamıştır. Düşünürsün; “ben miyim böylesine yoran beni, yoksa benim dışımda bir şey mi?” Aslında seni bu zemine yapıştıran tek başına ne sen ne de senin dışında bir şeydir. Birbirini takip eden olaylar sonucunda karşına çıkan seçenekler ve bunların arasında yaptığın tercihlerdir seni yoran.

Zannedersin ki, hayatın seni soktuğu bu sınavda bir noktada yanlış cevabı işaretledin. Yaptığın tercihler kötü sonuçlar doğurduğunda diğer seçenekleri daha dikkatli okumadığın için kendine kızarsın. Ama atladığın bir husus vardır; bu sınavda doğru ya da yanlış seçenek yoktur. Sadece seçenekler vardır, hangisini tercih edersen et senin canına okuyacak seçenekler… Üst üste binen yığınla cümle arasından hangisinin öznesi doğru konuldu diye aranırken hiçbirinin öznesi olmadığını fark etmezsin bile. Sadece alay eder seninle, sen boğuşurken seçeneklerle. Sen de haklısındır tabi, sürekli farklı alanlardan sınava sokar seni ve hep de bilmediğin konulardan sorar sorularını. İşaretlemelerini kurşun kalemle yapmana da izin vermez, boş bırakmana da.

İşte böyle nankör, böyle umursamaz, böyle alaycıdır hayat. Ne kaçabilirsin bu sınavdan, ne meydan okuyabilirsin hocana. Bir gün sevdirirse sana; edebiyatta kara mizahı, sinemada absürt komediyi; o zaman ırzına geçildiğinde zevk almayı ve hocan seninle alay edip kahkaha atarken onunla gülebilmeyi öğrenirsin.

7 Temmuz 2019 Pazar

Sadece Barmenler Girebilir



                     


***Bilgilendirme***
Bu yazı barda tek başıma geçirdiğim beş saat sonucu ortaya çıkmıştır.
Mesaj niteliği taşımamaktadır.


İnsanların barda tek başına oturmalarının üç sebebi vardır: ya üzgündürler ve tek başına içmek istiyorlardır ya barmeni tanıyordur/tanımak istiyordur  ya da barda güzel bir kadın/erkek vardır. Bende çoğunlukla ilk ikisi geçerli olur. Bir de bardaki insanları izlemeyi severim,  ama bunu listeye eklemedim, çünkü istisnai bir durum olduğunu düşünüyorum. Bardaki insanları sadece izlemeyi değil, onların konuşmalarını dinlemeyi; onlara hem görsel hem işitsel olarak yakın kalarak gözlemlemeyi, insan ilişkilerini düşünmeyi de severim.


Bu satırları da takdir edersiniz ki bir bar sandalyesinin üstünden yazıyorum. Aslında ne kağıdım ne kalemim vardı; barmenin arkadaşınız olmasının hem dezavantajı hem de avantajı vardır: bir şeye ihtiyacınız olduğunda imkanları zorlar (mesela kağıt ve kalem bulur), ayrıca içkiye çoğunlukla ücret ödemezsiniz;  ödediğiniz zamanlarsa buna değer, çünkü torpillidir. Dezavantajı ise gecenin ilerleyen  saatlerinde yoğunluk ve insanların promil oranı arttığında öfkesini sizden çıkarabilir ve bazen de nazı size geçtiğinden isteklerinizi geciktirebilir. Neyse ki bu bardaki iki barmen de arkadaşım.

Tam üç saattir buradayım. İnsanlar içmeyi ve takılmayı seviyor, böylece şehrin telaşından kurtulup bir nebze günlük sıkıntılarından sıyrılabiliyorlar. Kimi ertesi gününü bile yok etmek istercesine içiyor, kimisi sabah erken kalkmak zorunda, kimisi bu gece sevişecek, kimisi yatağında yalnız uyuyacak. Burada birileri öğrenen birileri öğreten, birileri zengin birileri cebindeki son parasını alkole yatırıyor. Ama işte hepimiz yan yana ve ortalama 150 metrekarelik alana sığışmış durumdayız.  İnsanların ortak yönleri bazı anlarda tüm farkları yok ediyor.

Oturduğum yerden bakınca sağ ve solda iki çift var. Saat on iki yönünde erkek erkeğe takılmayı yeğleyen iki orta yaşlı adam,. Biri diğerine göre daha genç. Nispeten genç olan üstüne fena sayılmayacak bir gömlek geçirmiş ve kirli sakalı var. Daha yaşlı olanın saçları hafiften dökülmeye başlamış. Sabahtan beri neden bu kadar güldüklerini merak ediyorum. Saat üç yününde erkek erkeğe takılma kılıfına sığınan iki sap; sohbet ederken göz teması kurmadıkları gibi yalandan gülerlerken etrafa göz gezdirmekten kendilerini alamıyorlar. Umarım bu gece görecekleri son şey elleri olur. Bu tatlı temennimin tek sebebi, yapmacık hareketlerden ve kasıntı insanlardan  hoşlanmıyor oluşum. Saat iki yönünde telefonla konuşarak bir işini halletmeye çalışan bir adam; hem barmenle hem telefondaki insanla iletişim kurmaya çalışıp başarı gösteremiyor. Sanırım bu gece işi hallolmayacak. Saat beş yönünde yalnız başına oturan genç bir erkek (bu çok görülmez), iyi birine benziyor, onu sevdim. Saat sekiz yönünde bir çift daha. Bardakilerin geri kalanı ise gözlemlediğim kadarıyla yalnızca masaların boşalmasını bekleyen insanlar. Çok beklerler; bu mekanda bu saatte masalar boşalmaz, sadece bardaki masa bekleyen kişi sayısı artar.

Sol tarafımdaki çift ilk bakıldığında ataerkil bir ilişki yaşadıkları düşünülen, ama aslında anaerkil bir ilişkiye sahip iki alakasız insan. Erkek kadınını korumaya çalışan sert ve tehlikeli bir yırtıcı gibi görünse de dişisinin karşısında sadece küçük pençelere sahip bir kedi haline geliyor. Sağ tarafımdakilerde erkeğin bir kadına kendini kanıtlamaya çalışırken kurduğu alışıldık ve bayağı cümleler, bilirsiniz o cümleleri: “Aslında ben de …. biriyim, pek gösteremiyorum.” , “Önceden yaptım birkaç şey, ama senin gibi biriyle tanışacağımı nereden bilebilirim…”  Kadın ikna olacak gibi görünmemeyi tercih ediyor, ama çoktan ikna olmuş ki şu an buradalar. Bu da kadınların alışıldık “ağırdan satma stratejisi”, bu buluşmadan önce kadının bir arkadaşının “Yüz verme.”  demiş olma ihtimalini düşünmeden edemiyorum. (Yanlış anlaşılmasın, benimki kendi çıkarımlarımdan yaptığım bir genelleme ve yanlışlanabilir. Aranızda böyle olmayan kadınlar vardır elbet, zira bu kadınlardan biri de benim).

Bar kültürü diye bir şey olduğuna inanırım: Çok iyi bir içici olabilirsin, ama barmenin işine karışmamalısın. Yeni insanlar tanımak istiyor olabilirsin, ama her gördüğünle tanışmaya çalışma ve üslubu koru. Muhtemelen aynı barda tekrar karşılaşacaksınız. Sarhoş olup barmene sarma, her ne kadar iyi bir dinleyici olsa da mekanın en çok yorulanları onlar. Ne mutfak personelleri ne de servis elemanları onlar kadar yorulmuyor. Zira ilk grup yalnızca siparişleri servise hazır hale getirmeye uğraşırken ikinci grup da yalnızca müşterilerle muhatap olur. Oysa barmen her ikisinden de sorumludur, hem beynini hem de bedenini aynı anda kullanmak zorundadır.  Şu an burada oturmamın sebebi, buradaki barmenlerin bahsi geçen konuda gösterdikleri başarıdır.

Az önce bir bardak kırıldı. Müşterilerin yüzde doksanı alkışladı (Yüzde onluk dilimdeyim, çünkü bu satırlarla meşgulüm). Biri herhangi bir şey kırınca bir okulun yemekhanesi,  şık bir restoran, sıradan bir bar fark etmeksizin alkış tutmak alışıldık bir eylemdir. Pek çok kültürde de yeri olan bu eylem çoğunlukla ikincisi kabul görse de iki şekilde yorumlanır: ya kinayeli bir ‘aferin’ dir ya da nesneyi kıran kişi kendisini kötü hissetmesin diye ona destek çıkmaktır. Nasıl yorumlanırsa yorumlansın, sevdiğim bir gelenektir. Yukarıda “farkların kimi anlarda yok olması”ndan bahsetmişken de çok manidar oldu bu olay.

Barda beşinci  saatime yaklaştım, bu barı yaşamayı sevsem de artık terk etmek zorundayım. Siz kalanlara iyi eğlenceler! İçin bakalım, bugün de bir gün daha yaşamanıza için!