8 Mayıs 2022 Pazar

LABİRENT

 


        Bazı akşamlar yalnızca sokak lambalarının aydınlattığı sokaklarda yürürüm aylak aylak. Hâlbuki üstümde her zaman bir yere yetişme telaşı vardır alışkanlıktan. Şimdilerde koşar adım değil, sakin yürüyorum. Üstelik sakin de yaşıyorum. Tercih ettiğimden değil, coşkumu yitirdiğimden.

        Görülmek istediğimden, duyulmaya muhtaç olduğumdan hep bağırdım, büyük büyük yürüdüm. En çok ben dik durdum ve gariptir, en çok ben eğildim içime. Kimi öfkenin nesnesi, kimi tutkunun kaynağı, kimi sesin çığlığı oldum da bi' doyuramadım şu iştahlı boşluğu. Doldurdum doldum da kendimi eskittim gün geçtikçe. Güzeli arayıp çirkine sarıldım. "Güzeli herkes sever, mesele kötüyü görmek" dedim de nereye gittiğimi bir göremedim. Bir ağaç yaşındaki ruhum, açlığının kurbanı şimdilerde. Dişlilerim arıza çıkarıyor, sistemim onarılmaya hasret. Şimdi kimi suçlayayım, ya kime sarılayım?

        Göğün yere indiği o ufacık ana sıkıştım. Bilirim, çabam az: yine de bozmam bozulmamı. Akıntının tersine yüzmek her yiğidin harcı değildir. Kara görünseydi belki ağırlaşmış sırtıma bir güç gelir, kollarım benden değilmişçesine atardı kulaçları. Ancak kara yok, bir hayat belirtisi ya da bir dal parçası. Şimdi uzandım suyun yüzeyine, alsın beni, götürsün istediği yere. Kulağıma çalınan birkaç şarkıdan başka n'em kaldı şu dünyaya dair? Ne için bu yersiz çabam, bir soluk için mi bu gri dünyadan? Görünür kılmak için mi kaybolmuşluğumu? Kimsesizliğime ortak etmek için mi kimseleri? Boşa geçirilmiş bir hayat, yirmi beş yıldır hiçbir şeyin geçiremediği o hastalık hali.

       Köle olmaya razıyım, gururumu kırmaya ve ruhumu yırtmaya. Umurumda değil artık kim olduğum. Bıraktım ipin ucunu. Kırgın bir boşvermişliğin zehri dolaşıyor vücudumda. Başka eller ve dudaklardan değil, tamamen benden gelen ve bana dönen buruk bir dokunuş. Kendime seslendim, denedim hiç yoktan. Artık bırakıyorum, bir kaçışın konusu olmayacağım. Gerçek kendini yere serdi çoktan, üstüne basıp geçemem, daha fazla görmezden gelemem. Orada ve beni kucaklayacakmış gibi bakıyor. O bir yalancı.  Biliyorum; gerçek sandığım her şey beni tuzağına çekiyor, göz göre göre kapılıyorum. Yere uzandım, tam yanına. Sevişmeye başladık. Keyifli değil, ama akışa bıraktım ya kendimi; gerçek boğsun isterse beni, gıkım çıkmayacak. Mağlubiyeti kabul ediyorum; yenildiğimden değil, ne için savaştığımı bilmediğimden.

       Her insan gibi bir hikâyeydim ve okunmak istedim. Okundum da. Ancak ya anlaşılmadım ya da pek erken kapatıldı sayfalarım. Artık önemi yok, çünkü ben de kimseyi gerçekten okumadım. Sevmeye elverişli değilim belli ki; ya yanlış sevdim ya da ölçüyü kaçırdım. Yetmez miydi yeter'ler? Çok mu soğuktu bakışlarım, çok mu sertti sözlerim, çok mu yaklaştım, fazla mı uzak kaldım? Hiçbir şey bilmiyorum, artık bilmek de istemiyorum.

       Yaşamaya üşeniyorum, senin ellerindeyim hayat. Ya yoğur beni ya da yok et. Özgürlüğümü sana feda ediyorum. Ya kullan at ya da al evine beni. Ya durdur şu bozuk saati ya da göster doğru zamanı. Ya yok et bu buğulu belirsizliği ya da keskinleştir çizgileri. Anladım; sen köşeyi döndükçe beni yutan bir labirentsin ve ben çoktan kayboldum.


30 Mart 2022 Çarşamba

ACZ




Yaşama hevesini sıfırlama uyarısı.

https://www.youtube.com/watch?v=y5GznPPdOS4

    Nefes alamıyorum. Hayatın elleri boğazımda. Bir hıçkırık kilitlenmiş sözlerime. Kaçamıyorum, ölemiyorum, yaşayamıyorum. Çaresizlik hiç bu kadar gerçek olmamıştı. Çaresizlik ete kemiğe büründü ve ilmek ilmek kurduğum beni yok etmeye başladı. Kaçınılmaz bir kaosun hasarı bu. Karanlık bir çerçevenin içinden sarkıtıyor boynumu. Erimeye başladım her şeyimle ve dokunduğum her şeyi çürütüyorum. Her uyanışta, her gülüşte, her bir adımda ışığın uzantısını arıyorum. Tanrım beni neden bu dünyaya attın, bana neden böylesine acılı bir ruh verdin?

    Yolum yok, yurdum, kimsem yok. Neyim ben, ne oluyorum? Kimim ve kime dönüşüyorum? Beni attığın bu çukurdan çıkacak bir gerecim ya da uzvum yok, üstelik beni her şeyin farkında kılarak acımı keskinleştirdin. Sivri köşeleri var ve şimdi o köşeler kesiyor beni. Yırtılışımı görmek seni mutlu ediyor mu?

    Baş edemediğim bu acıyı her gün yastığımın altına gizliyorum. Üzülmesin diye annem,  bu haykırışı zoraki bir tebessümün içine saklıyorum. Ben bir insan kalıntısıyım. Amacım yok, hevesim yok, arzum yok, beklentim, umudum yok. Bana verdiğin tek kurşunu kafama sıkmamak için tüm gayretim. Bu bitik ruhun bataklığına saplandım. Çırpınmıyorum, batıyorum.

    Gözyaşı terk etti beni. Bir bakakalıştan ibaretim. Acımı gösteriye açmaktan kaçtıkça alt etti beni, artık taşıyor. İçimde tutamıyorum, bastıramıyorum. Kaybım fenomen, görmezden gelemiyorum. Kendimin kanlı bir şahidiyim. Gün gelecek kalbimi bir mezbahanın çizik tezgâhında kendi ellerimle keseceğim, ölüp gideceğim. Öyle şanlı bir ölüm de değil; zavallı, gösterişsiz bir ölüm olacak bu. Kasvetli, küçük bir kalabalığın estetik yoksunu sekansını makul kılan bir an. Ve diyecekler; “İyi bilirdik”. Aslında kimse bilmeyecek “iyi miydim?”. Ezberlenmiş, sıradan cümleler eşliğinde hüzünlü bir hikâye yazacaklar ardımdan. Yaşamımı umursamayan kim varsa ölümün öğretilmiş kalıplarına sığınıp o yalan sözlerini saçacaklar yüzsüzce. Övgülü söylemlerin tesiri, uzanmayacak olana atfedilecek. Bedenim kadar soğuk olan bir mermer parçasının pürüzsüzlüğü, ölümümün taze kanıtı olacak. Sığ ifadelerini şiirsel bir üslupla pazarlayacaklar cesedim sarılıyken. Utanmayacaklar, biraz bile kızarmayacak yüzleri. Nefesim ağzımdayken anlamı olmayan ne varsa büyülü, kutsal bir anlam kazanacak aniden.  Merhamet birden uyuduğu yerden ayağa kalkacak ve aciz bir dilin sesinden dışarı akacak. Ölümü kutsayanlar, ölümden en çok korkanlar olacak. Kötülükler bir günlüğüne bertaraf edilecek. Yerini bulmamış tüm dünyevi arzular, bir günlüğüne askıya alınacak ve yaşamak pek matahmış gibi şükredilecek tanrıya. Yerimin sözde cennetin bahçelerinde olması dileğine hapsedecekler gürültülü yakarışlarını. Pek de umursamadıkları ben, cenaze konseptinin hakkı verilsin diye ufak bir şovun parçası olacağım. Öyle kusursuz bir gösteri olacak ki bu; herkes kendi doğaçlamasıyla sözde acısının tasvirini layığıyla yapacak. Korkaklığın neferleri gösterinin ön sıralarında oynayacak rollerini. Oysa kutsanmış bir öfke kadar saygıları yok kendilerine. Var oluşumun bir ömür kazanamadığı anlamı, mutlak hiçliğime adayacaklar. Hayatın tek gerçek anını, sözde acımalarıyla bozacaklar.

    Ertesi gün olunca tek gerçek derdi, evine ekmek götürmek olan bir çocuğa acıyacaklar bu kez. Sükûnete gömülmüş vicdanlarını her fırsatta açığa çıkaracak, siyah beyaz filmlerden kalma kederli bir hikâye bulacaklar; ancak eylemsizlikleri ruhlarının katili olacak. Her geçen gün dönüştükleri şeyi saklamak için toplumun kirli sayfalarınca tahakküm altına alınmış o kelimelere başvuracaklar. Hâlbuki kendi gamında boğulan, kötücül bir doğa hatası olduklarını anlamayacak hiçbiri. Nereden mi biliyorum? Eşsiz çocuk kalbim çoktan bozuldu. İnsanlıktan çıkarak insan oldum. Nasıl olsa insan olmak, böyle bir şey değil miydi?

    Şimdi gömüldüğüm bu acı, üstüme atılacak o topraktan daha ağır. Henüz gözlerim açıkken ve soluğum boğazımda da olsa hissediliyorken, taşınamayan bir yükle sürükleniyorum hayatın kaygan sırtında. Asfaltın ortasında can çekişen bir sokak hayvanı gibi hiçbir şeyi arzulamadığım kadar arzuluyorum ölümü. Baş etmek için kendimle, bütüncül olmayan cümleler yazıyorum yığın yığın. Çığlığımı 5.5 inçlik bir ekrandan duyduğunuzu zannederken, bunun aslında sadece bir fısıltı olduğunu anlamıyorsunuz bile. Anlamayın, hüzünlü hikâye de yazmayın ardımdan. Yalan övgülerinizi de alın, başınıza çalın.  Bir gün ölürsem, adıma mutlu olun yalnızca; “bucaksız acısı nihayet son buldu” diye alkışlarla uğurlayın. “En büyük hayaline kavuştu” deyin ve illa gösterişli bir yakarışta bulunacaksanız adıma, yalnızca bir tanrı olmamasını umun.

 


 

29 Mart 2022 Salı

HİÇ?







Ağır melankoli uyarısı.



            Hiç kahkahanın ardından bilmediğin bir acı duydun mu içinde? Ne yaparsan yap dolduramadığın o boşluk sardı mı tüm yanını? Duyumsadığın en keyifli anda bir şeyin eksik olduğu kuşkusu ele geçirdi mi seni? Göğüs kafesinin tam ortasında gün be gün büyüyen bir yumru hissettin mi hiç? Nereye gidersen git, kime karışırsan karış sana soluk aldırmayan bir endişeyi de taşıdın mı yanında? Hiç iç sıkıntınla seviştin mi gece boyu? Sönmüş ışığının parıltısını aradın mı aynada umutla? Sorunlu biriymişsin gibi “Kendine gel!” dedin mi şiddetle? Sıradan bir akşam sofrasında boğazına dizildi mi o hevesle hazırladığın yemek? Masayı yıkmak istemedin mi hiç? Karşıdaki sandalyede kimse olmamasına rağmen umdun mu?.. Sen hiç sandalye ile konuştun mu?

            Kalabalık bir kaldırımın ortasında aniden gelen bir bağırma isteği tetikledi mi seni? Belki dışarıdan bakıldığında elleri cebinde, alelade biriydin. Artık alelade olmak istemediğin oldu mu, yoksa görünmez olmak senin zırhın mıydı? Hiç çözümü bilmene rağmen sorunun kendisi oldun mu, yoksa çözümü gerçekte hiç aramadın mı? Çözümün bedeli, sorunun kendisinden daha ağır geldi mi hiç sana? Hiç bin kere baş koyduğun yoldan bin bir kere döndün mü? Yalnızlığı bir sanatmış gibi yoğurdun mu salonunda? Birini hislerini özgür bırakmaya zorladın mı hiç, ya kendini? Hiç birinin kalbi ellerinin arasındaymış gibi hissettin mi? Hiç gerçekten birine dokundun mu, yoksa gerçekte dokunduğun şey girintili çıkıntılı bir et parçası mıydı? Dokunmanın gerçek anlamını keşfettin mi hiç? Kendini kaybettiğini hissetin mi, içinin çürüyüp kokuştuğunu? Bir gece tütsüsüyle, erimiş birkaç mumla gidermeyi denedin mi kokuşmuşluğunu?

            İçinde duyumsadığın bu süslü kin için kızdın mı kendine? Düşündün mü onca dert arasındaki çabasızlığını? Mücadelenin tam orta yerinde çoktan öldüğünü fark ettin mi? Günün ilk kahvesinde dışarıya bakıp iç geçirdin mi? Çatık kaşlı kadınların makyajındaki, esnafın kapısının önünü süpürüşündeki o yitik kederi gördün mü? Hiç kanıksadın mı acizliğini, yoksa bu sana utanç mı verdi yalnızca?

            Anlaşılma arzusunda bile muğlaklığının esiri oldun mu hiç? Deliliğini gizlemeyi denerken esas kimliğini unuttun mu? Var olmayan bir acı yaratımıyla post modernist bir şovun aktörü oldun mu? Sözde savunmaların seni daha büyük bir kavganın mağlubu yaptı mı hiç? Yenilmeye mahkûm olduğun bir kavgaya tutuştun mu kendinle? Kaçarken es kaza girdiğin çıkmaz sokağı yuvan belledin mi? Aklınla kelepçeledin mi ruhunun ellerini? Baskıladığın her şey bir sigaranın orta yerinde sıktı mı boğazını? Yalanınla süsledin mi hiç o mağrur duruşu? Kayda geçmeyecek hevesleri içindeki kara deliğe tıkıştırmaya çalışırken daha da çıktın mı yoldan? Hayatının muazzam sürüklenişini arkana yaslanıp izledin mi hiç keyifle? Her fırsatta kendini tecrit ettiğin o zorba, o yoz topluma kızdın mı?

            Hiç tamir etmeye kalkıştığın ne varsa elinde kaldı mı? Sıradan bir yaz günü, cehennemle tanıştırdı mı hiç seni? Herkesin hevesle kucakladığı o güneş celladının şahitliğini yaptı mı? Alaycı bir tebessümün günlerce geçmeyen sızısını öfkenle bastırdın mı? Acısına alıştığın yaraların iyileştiği yanılgısına kapıldın mı? Kalbinin tozlu kuytusu ziyaret edildiğinde çıplaklığını kabalığınla örttün mü? Pek de inanmadığın halde tanrıdan yardım istedin mi ıssızlığına? Ölümün cazibesi yaşamını tutkulu kıldı mı hiç? Yüzünün yarısını kaplayan karanlığın içine gömüldün mü balkonunda? Korkaklığını umursamazlığının ardına sakladın mı hiç özenle? Hiç hayattan pek beklentin yokmuş gibi görünmene karşın arzularına ket vurmanın yollarını aradın mı? Kendini aklamak için her şeyi meşru kıldın mı o kusursuz mahkemende? Pek korkusuzca savurduğun yargılarını gerçeğin kılığına soktun mu? Onlarca olası sonucun en kötüsüne bel bağlayıp hayatı zehir ettin mi kendine?  Köhnemiş bir diyarın mahkûmu olduğun gerçeğine boyun eğdin mi sen hiç? Her şeyin bozulmaya başladığı o anı ararken doğduğun günü lanetledin mi?

            Kendini korudun mu sevgini esirgemek pahasına? Kuşanmadan, yüzleşmeden, rüzgârın ortasında dalgalara meydan okumadan sevginin kucağına düşmesini bekledin mi? Yaptın mı bu yüzsüzlüğü? Hiç kendi yaralarını başka birinin yaralarını derinleştirerek iyileştirmeyi denemedin mi? Birini bencilliğinin kurbanı yapmadın mı? Olduğun değil, olmak istediğin şey uğruna hislerini aklının denizinde boğdun mu hiç? Hiç sevdin mi gerçekten, hiç sevildin mi? Hiç yaşadın mı? Peki, hiç ölümü arzulamadın mı? 


 

23 Aralık 2021 Perşembe

PUBLIC'TE BİR MASA

Hayatımdaki güzelliklerin eriyişine tanıklık ediyordum, önlerine duvar gibi dikilsem de zeminle aramdaki boşluktan eriyip kaymaya devam ediyordu. Tüm yok oluşların, yitişlerin, tüm eskiyişlerin hüzünlü bir şahidi olarak arkalarından bakmak kalıyordu yalnızca payıma. "Bir limanda durup izlemek gibiydi. Orada her şey bir akış içinde oluyordu. Gemiler, denizciler, martılar ve hepsinin ortak paydası deniz bile. İnsanların deniz kenarında hissettiği duygu buydu aslında, akmayan tek şey olmak. Yitişlere, eriyişlere, eskiyişlere engel olamamak da tam olarak böyle bir şeydi: kaçınılmaz, sürekli ve içinde sadece senin statik olduğun bir derya deniz."

Akış içinde savrulup dururken hareketlerim  savunucu, önlemlerle çevrili bir yığın oluşturuyordu. Beyhude çabam hayat tarafından alayla karşılanıp yüzüme yediğim ağır bir tokatla karşılık bulsa bile her defasında deniyor, hiç vazgeçmiyordum. Çünkü bana tokat atan bu korkunç somut gerçeklik, aynı zamanda tüm o güzel şeyleri getirenden farksız bir şey değildi. Vazgeçmezsem bana mükâfatımı verir diye umup x kuşağı kadınları gibi "hem sever hem döver" deme cahilliğine kapılıyordum. 

"Bazı şeylerle uzlaşamıyordun, bu böyleydi. İnsan bunu ne kadar erken kavrarsa o kadar sakin yaşıyordu hayatını. İnsanı dinginleştiren kavrayıştı çünkü. Bu bende de bu şekilde gelişmişti, hayatı tanımak, beni daha müsterih yapıyordu. Hayat elbette bir mücadeleydi, ancak bunu bir kavgaya dönüştürüp agresif olmanın da hiçbir kazancı yoktu. İnsan hayatının bir anında makul olmanın önemini kavrıyor, o andan sonra her şeyin makul olanından tat alıyordu. Makul insanla oturup konuşmanın keyfini yaşıyor, bu sakinliğin ve anlayış ortamının ayırdına varıyordu. Hayat da aslında makul biriydi. sen nasıl kurgularsan onu görüyordun, inatlaşırsan da sana haddini bildiriyordu. Üzerinde oyundan çıkmak dışında bir yaptırımın da olamıyordu ayrıca, tamamen onun istediği şekilde gelişiyordu dolayısıyla olaylar. Getirdiği şeyler ufak etkiler haricinde umduğunu değil, bulduğunu yemek gibiydi. Zamanın bize yaşattıkları ve zaman skalasındaki mikroskobik yerimi düşününce de misafir gibi bulduğumu yiyebilmenin bile bir lütuf olduğunu görebilmiştim. Zaman ister eskiyişler getirecekti, isterse de yitişler... Kıyısında durup izlemek tek seçenekti ve hayat onunla aynı anda oturup pazarlık etme şansı tanımak için onunla konuşabilecek kadar makul olmamı bekliyordu."

Ben de kendimi azalttım, hududumu bildim, yok etmek pahasına kendimi.  Öylece durdum bir noktadan sonra. Hayat içten değil, dıştan etkileniyordu; fark etmiştim geç  de olsa. İşte o an gerçekten denizin kenarında durup akan her şeyi izleyen birine dönüştüm. Daha mi iyidi, bilmiyordum. Her zaman yaptığım en iyi şeyi yapıp sadece deniyordum. Hayat tek bir yöntem belirleyebileceğim bir yer değildi, hiç olmamıştı. Bu yanılgıya düşmek, beni yaşamamış kılardı. Yaşamıştım. Tutkunun, acının her haliyle tanışmıştım da selamlaşıp ayrılamamıştım. Her biriyle sevişmiş, iç içe geçmiş, koynuma alıp sarılıp uyumuştum. Tahrik ediyordu, güçlü kılıyor, hem yok ediyor hem de baştan yaratıyordu. Ben her geçen gün dönüşüyordum. Kendimden vazgeçiyor, hayatta kalmak için sıradan birine dönüşüyordum.O yeteneklerimi yok ediyor ve beni cansızlaştırıyordu. Her soluğumda solduğumu hissediyordum. Her gün biraz daha ölürken yüzümde buruk bir gülümseme, ellerimde ağır bir taşla yokuş başında hayatı karşılıyordum. Bana verdiklerinin karşılığını beni yok ederek alıyordu; ben de sıradan, makul, aza kanaat eden bir insan olarak onunla aleyhime sonuçlanacak bir antlaşma imzalıyordum. 

29 Haziran 2021 Salı

İNSANIM

 



https://youtu.be/9t7SclAXoQw

Yürüyüş yollarında ters yöne yürürüm, kurallara uymam; ancak toplumu zora da sokmam. Ben saygılı ve bir o kadar da kavgacı bir vatandaşım. Benden sadece hakkını alırsın, fazlasında aşılmaz gövdemle dikilirim karşına. Esasen uyumlu biriyimdir, ancak bu tavrı hak etmeli karşımdaki. İki yüzlülerle anlaşma yapmam. Kim olduğumu bilmem, ama haddimi bilirim. Kim olduğum benimle ilgilidir, başkasını bu tartışmaya ortak etmem. Kim olduğumu bilmesem de kim olmadığımı bilirim. Ancak ikili okuma yapıp zıttımdan kendimi bulmaya çalışmam. "Kötü değilim, öyleyse iyi olmalıyım" demem, bunu yalnızca totaliterler yapar. Kendime etiket koymam, sıfatlarla sınırlamam; ancak davranışlarımla tasvir ederim. İnsanları tanırım, buna rağmen çıkarımlarımı gerçeğim yapmam. Gerçek de görecelidir zaten, her neyse.

Her şeyi eleştiririm, en çok kendimi. İnsanları kırmaktan korkmam, ancak onarmayı da bilirim. Üzmek mi daha kötüdür, yalan mı? Yalan bir güzelliktense çirkin bir gerçekliği yeğlerim. Hayal kurmam, hedef belirlerim. Hayal kurabilmeyi dilerim, ancak bunu denemekten de geri dururum. Savunma mekanizmam çok hızlı çalışır, kendimi en çok bu yüzden eleştiririm. Diğerleri saldırı niteliğinde bir cümle kurduğunda gardı kaldırmadan önce farkındalığın verdiği ölçülülükle iletişimi germemeyi denerim. Ancak niyeti anlamalıyım, yoksa masayı terk ederim. Hayatta yalnızca sinsilerden korkarım. Ahlakları ve düzenleri yoktur; pusuya yatmış zehirli yılanlara benzerler, ancak yılanların bile nerede karşıma çıkacağını kestirebilirim. Kendime güvenirim, ancak yine de kendimden çok korkarım. Kendimi öngöremem, bu nedenle kimseye söz vermem. Denge tutturmayı denedikçe ölçüyü kaçırırım. Henüz büyümedim mi yoksa?

Sevdiğim insanlar olur, ancak insan olmanın kendisini sevmem. Herkes yeterli ortam ve belirli şartlarda her şeyi yapar, kimseye yüzde yüz güven duymam; kendime bile. Yine de "kendimden başka kimim var" deyip en çok bana sarılırım. İnsanlar bunu yapmayı bilmeli, bilmiyorsa da öğrenmenin yolunu bulmalı. Kendine sarılamayan biri kimseyi gerçekten kucaklayamaz. 

Eveleyip gevelemeyi sevmem. Doğru ya da yanlışa inanmam, her şey içinde bulunduğu bağlamda anlam kazanır. Erdemi şartlarla ölçerim, sonuçla değil. Yine de bu küçük gezegende gerçekten iyilik ve sevgi olduğuna inanmam. Bana göre insanın olduğu yerde mutlak kötülüğe şahit olmak kaçınılmazdır.

Duygularımı abartmam, aşırıya kaçtığım tek şey insanlara olan öfkemdir. Farkındayım; ancak düzeltmeye çalışmam, gerekli de görmem, Zira insanın tüm çirkinliğine rağmen yeni birini tanımaktan kaçınmam ve onlara sarılmaya gayret ederim. Çelişkili mi? İyi dinlemiyorsunuz. 

Hayatı hep sorgular, ancak gerçekten cevap bulmayı ummam. Zira sorularımın yanıtı olmadığını bilirim. Yalnızca sorgulamaktan keyif alırım. Mazoşizm sadece fiziksel midir?  Herkesin bunu yapması gerektiğine, mühim olanın yanıt bulmak değil, soru sormak olduğuna inanırım. Tartışılır mı, kesinlikle tartışılır. Peki fikirleriniz umurumda mı, asla değil. 

Bir elin parmağını geçmeyecek sayıda insana gerçekten değer veririm. Bu nedenle de çoğunlukla insanları umursamam.  Diğerlerinin hakkımda ne düşündüğü kendileri ile ilgili bir mevzudur, hepsini bertaraf edebilirim. Hakkımda ifade edilen gerçekten uzak, yafta niteliğindeki düşüncelerle başa çıkabilirim. Ancak günün sonunda elime kalan kendime dönük şüphelerim olur. Herkese göğüs geren ben, bir kendimle baş edemem. 

Güçlü olduğumu iddia etmem. Güçlü olduğum bir konu varsa da mecbur kalmışımdır, kendimle övünmem. Övünenleri de sevmem. Ötede eğlenin. İnsan ne kadar güçlü ve güzel olabilir ki zaten, övünülecek yandan çok eleştirilecek yanımız olduğuna inanırım. Kendimizle savaşalım demiyorum, ancak arada bir çimdiklemek iyidir. Kendine getirir. Böylece unutmam nereden geldiğimi. Özü önemserim; ancak gizde kalanını değil, gözler önüne serileni. Kimse müneccim değil.

Dünyaya uzaktan bakınca tüm küçük, güzel nüansları görmekten alıkoyacak çirkinliği görürüm. Acımasızlığı ve gaddarlığı, çaresizliği ve intiharı, kötülüğü ve kötüleri. Kör olmayı dileyecek kadar net görürüm. Sonra bu karanlığın içinde yaşamaya değer bir şey ararım. Büyütecimi kullanıp saatleri, günleri, ayları öldürürüm; bu dünyada yaşamaya değer bir şey arar dururum. Sevmeye ve tahammül etmeye değer bir şey, hayatıma koymaya değer. Yeterince ararsam kendimi kandıracak bir şeyler bulurum da günü kurtarırım. Örneğin; kelimelerle oynamayı severim, yürüyüş yollarında ters yürürken insanların garipsemesini de. Gazete kokusunu ve serin havayı. Son sigarayı severim, daha güzeldir. Dar yolları, geniş yürekleri ve kağıtla kaplanmış defterleri. Demlikte kalan son ıhlamur yaprağını ve ahşap sandalyeleri. Başkalarının otoparkına tünemeyi, yabancılığımı somutlaştırmayı ve bir de sıcak tenleri severim. Ancak gerçeğin güzde saklı olduğunu bilirim. Her güz, yeniden başlarım kendimi yalanımın kurbanı etmeye.  

İnanmam, ama umut ederim. Umutlarımı beklentiye çevirmeyecek kadar akıllı, güzelliği keşfetmeye kalkacak kadar tutarsızımdır. Yoku arar dururum. Bir şeylere devam etme isteği sadece güzellikten mi beslenir? Yine de bilirim, her şeyin yolunda olması beni rahatsız eder. Kusuru ve kusurluları severim, tıpkı kendim gibi. Her şey tastamam olunca bunun idealize edilen bir şey olarak kalması gerektiğini düşünüp bozarım. Keder kalmayınca keder arar, yokuşsuz yollara girmek istemem. Utanmadan yokuş çıkmaktan söylenirim bir de. 

Hep aynı çıkmaz sokakta bulurum kendimi, aslında ruhumu kendim alırım tahakküm altına. Zorbalıktan dem vururum bir de. Kendimi tanımak ister, kendime selam vermekten korkarım. Kendimi aradığımı iddia eder, kendimi bulacağım sokağın zıttına yürürüm. Utanmam mı? Şeffaflık; başkalarına değil, kendime şeffaflık. Herkese gösterdiğim o açık sözlülüğüm nerede? Götüme mi kaçtı? Kaçar tabi, insanım.



20 Ekim 2020 Salı

GECE

 



https://www.youtube.com/watch?v=tUxkqoWO2XE


Bir ömür, Ankara’da sonbahar mevsimi zamanıyla bir geceye tekabül eder.  Bir gecede her şey yerle bir olabilir, aynı gece insan yeniden doğabilir, kaybedişlerini ziyaret edebilir ve sonunda güneş doğmaya başladığında bir hayat yaşamış kadar buruk, ama huzurlu hisseder.  İnsan, bu zamanlarda bir kez daha yolculuğa çıkar hiçliğe öykünen benliğinde.  Benliğini çıkarıp masanın üstüne koyar, sabaha kadar konuşur. Benlik orada sessizce otururken, kişi salonda volta atar ara sıra sesini yükselterek. Alt komşu tavanı yararcasına vurmasa belki o gece, o ev ıslak sokakları aşacak haykırışların kaynağı olur. Ne sokak ne şehir yadırgar bunu, alışıktır; hatta biraz da aşıktır. Bu kent yalnızların, kimsesizlerin ve ayyaşların sokağı ele geçirdiği saatlerde beslenir;  onların acıları, pişmanlıkları ve umutları bu kent tarafından okşanır ve yine onun tarafından kurban edilir.

Öyle bir gece bu; rüzgâr kapıları gıcırdatırken, sessiz kanepem bile iç çeker. Son birkaç dal sigaradan birine uzanırım. Balkon kapısından yüzüme uzanan esintiye karışır dumanı. Öyle bir gece bu, üşüdüğüm için kapatmam kapıyı, yerine bir hırka geçiririm üstüme. Köşede birikmiş olan notlara, kirlenmiş bardak altlıklarına, tozlu parkeye göz gezdirmekle yetinmem; her şeyi düşünür, mahvederim kendimi. “Yarın” derim “temizlik yapmalı”.  Ama çoktan yarın olmuştur. Yarın, bugüne dönüşmüştür. Yarına adını veren şey uyuma eylemidir esasen, ama uyumazsan asla yarının geldiğini fark edemezsin. Hatta dünün kayıp gittiğini anlamak için de uyumak şarttır. Sabah dörtte uyursan uyandığında saat dördü dün gibi algılarsın; ama hayır, sen uyurken yarın çoktan olmuş ve durmaksızın ilerlemesine devam etmiştir. Sonbaharda bir gece, zamanın kıstası güneştir sadece. Kendini; kendine, zaferlerine, bedellerine, olasılıklara, toz zerreciklerine (parkedeki değil) ve geri kalan her şeye bıraktığında zaman algını yitirirsin çünkü.

Öyle bir gece bu; ilk kez “zamanda yolculuk mümkün olsaydı?” diye cevap aradığım. Hayatımda neyin eksik ya da neyin fazla olduğunu çokça düşünüp masada oturan benliğimden bir yanıt bulmayı beklediğim. Böyle zamanlarda onunla göz göze gelirim, her zamanki gibi benden daha allak bullak olur. Surete bürünmüş benliğim sitem eder ve yine sayıklamaya başlar “Senden daha allak bullağım, çünkü seni daha iyi tanıyorum. Oysa senin kim olduğundan haberin yok.” Kişi, kendini tanımadığı için mutlu olmalı mı? Şüphesiz olmalı. Kişi, tam olarak ne olduğunu bilse aynaya bile bakamazdı. Bu yüzden şüphesiz, bu lezzetli cehaletin tadına varmalı. Öte yandan mutluluğu, erdemli olmanın bir sonucu olarak gören Sokrates ile hemfikir biri, bilgiyi elinde tutmalı ve yoğurmalıdır. Ona göre bilgi, erdemdir; erdemli olmak ise mutluluk getirir. Fakat kendini bilmek mi? Bir insan olarak kendine yönelik bütünüyle bilgi sahibi olmak mı? Kim bu kadar erdemli olabilir, kim hem kendini tanıyıp hem mutlu olabilir? Kim bu erdemin bedelini ödeyecek güçtedir? Bir insan mı, hayır.

Öyle bir gece bu; insanların iyi olduğunu kabul edemediğim. Özgürleştirilmişler kervanında topa tutulan değerlerin, ezberlenmiş kavramların ve bir memleket dolusu temellenmemiş içi boş düşüncenin midemi bulandırdığı bir gece. İnsan, kendini deneyimleri izin verdiği ölçüde tanır. Ne kadar zorluk gördüğü, hayatının ne denli farklı hayatlarla kesiştiği, ne kadar kayıp verdiği kişinin kendini tanıması için gerekli bazı kıstaslardır. Kişi, seçim yapmak zorunda kaldığı anların toplamıdır ve yaptığı seçimler ona şekil verir. Bu yüzden insan ölene kadar tam anlamıyla kendini tanıyamaz, çünkü hayatın kendisi dev bir seçimler silsilesidir ve kişi yaptığı seçimlerle her gün kendini yeniden yaratır. Bu yüzden kişi tecrübeleri sayesinde aslında kim olduğunu öğrenmeye başlar, ama bu öğrenme süreci asla son bulmaz.  Öyle anlar vardır ki, başkasının hayatında görüp empati kurmak, yetersiz ve kınamak, yersiz kalır. Empati kurup o anı yaşamış kişi gibi davranmayacağını iddia edenler, aslında o anı yaşamadan ne tepki vereceklerine dair kesin bir bilgiden yoksundurlar, yaşanmamış her şey farazidir. Çünkü insan ne kadar ileri gidebileceğinden, kim için nelerden ve ne için kimlerden vazgeçebileceğinden, kendini nasıl ve hangi noktada çiğneyeceğinden bihaberdir. Oysa yine biz insanlar için yaftalamak, konuşmak, kıyaslamak ve bağırmak kolaydır; çünkü her geçen gün lezzetli cehaletimizle tıka basa doldururuz çoktan sınırına ulaşmış midemizi.

Öyle bir gece işte; ıslak sokaklarda yalınayak dolaşan, zavallı görülen o ayyaşların bile daha samimi olduğu. Onlara kulak verdiğimde acılarını paylaşacağım ve pişmanlıklarını anlayacağım. Benliğimin benden oluştuğunu bildiği için yüzüme bakmaya utandığı, ama benim biraz bile, o ayyaşlar kadar bile, utanmadan hala dünyayı karaladığım. Kişi, biraz olsun kendinden utanmalı. Belki bir trende değil, ailesiyle ya da bir topluluğun içindeyken değil belki; ama en azından böyle bir gecede kişi, biraz olsun kendinden utanmalı. Kabuğunda kalıp saklanırken iyi olmak kolaydır, ancak sınanmayan hiçbir şey gerçekliğini kanıtlayamaz. Kişi kötülüğü görmeli, anlamalı ve tatmalı. Dahası kişi, kötülüğün öznesi olmanın nasıl bir his olduğunu da öğrenmeli. Dünya her zaman masum olunabilecek bir yer değil, bu yüzden insan hayatı, onu kötü bir eylemde bulunmaya eninde sonunda itecek. Bununla mücadele edemeyecek kadar zayıf olduğunu bilmeli insan ve bunu hızlı yoldan öğrenmenin en iyi yolu bir noktada kötü bir eyleme dönüşmektir. Bazen küçük bir kötülük, daha büyüklerini yapmasını önleyecek güç sağlar kişiye. Çünkü kötü olmanın ne anlama geldiğini öğrenmiş bir insan, bu vicdani sorumluluğu bir daha üstlenmekten kaçınacaktır. Bu yüzden kişi, biraz olsun kendinden utanmayı bilmelidir. Biraz olsun hatalarını görmeyi ve pişman olmayı bilmelidir; zaman ve tecrübe, ancak böyle, kişiyi idealize edilmiş formuna ulaştırır. Ama öyle bir gece bu; kimsenin utanmayı bilmediğini fark ettiğim. Bu satırları yazan benim bile.

Öyle bir gece bu,  herkes evlerine çekildi. Gece olağan sessizliğiyle hiçliği sunuyor, gecenin içine koşup yalnızlığın ucundan atlamama ramak kaldı. Her zamanki sorular beynime üşüşmüş. Ancak alışılmışın dışında bir durum var bugün; üzülmüyorum. Rahatlamış gibiyim, sonraki hayatımın başlangıcının ilk günü bugün. Gece bir kez daha radikal duruşuyla büyülüyor. 

21 Eylül 2020 Pazartesi

Yanlış Anlaşılan Kavram: Özgüven

 


NOSCE TE IPSUM


Kişi her ne kadar itiraf edemese de beğenilme, sevilme, takdir görme isteğiyle doludur. Hayata geçirdiği eylemleri kendi için yaptığını iddia eden birey, kabul görme dürtüsünü yok sayar. Bunun esas sebebi; edilgen olan onaylanma yahut beğenilme eylemlerine kişinin müdahil olma şansının bulunmaması ve bunun toplumda bağımlı bir davranış olarak görülmesidir. Hâlbuki kullanılan bir aksesuardan tutun da meslek seçimine kadar birçok tercihimiz tek faktör olmasa da güçlü bir etken sayılabilecek beğenilme arzusu temelinde şekillenir. Kişi bu noktada farkında olmaksızın özgür iradesinden yoksun kalır ve seçimlerini bir bakıma toplum iradesine teslim eder.  Aslında topluma aykırı bireyler farklı tercihleriyle öncü niteliği taşımaktadırlar. Ancak toplumun küçük bir kesimi bile bu aykırılıktan beslenerek kendisine yeni bir imaj yaratma peşine düşer. Bu noktada toplum içerisinde kümelenmiş ve birbirinden farklı takdir ve beğeni kıstasları benimseyen küçük gruplar oluşmaya başlar. Ancak yine, gelenekselciler de radikalciler de kendi grubu içindeki bireylere hitap ederek onları etkilemeyi deneyebilir.  Bu denemenin başarısız sonuçlanması kimisi için yıkıcı sonuçlara sebep olurken kimisi için günlük hayattaki herhangi bir istencin karşılığını bulamaması kadar olağandır. Açacak olursak, beğenilme arzusu her insanda baş göstermesine rağmen, bu arzunun karşılık bulamaması insanların sadece bir kısmı için sıkıntı kaynağı oluşturur.  Bu kıyasla ulaşacağımız zemin, özgüvenin önemini -şüphesiz ki- ortaya koyacaktır.

Bir insanı çekici kılacak en güçlü özellik, özgüvendir. Kişinin kendine olan güveni doğası itibariyle bağırmaya ihtiyaç duymaz. O sessiz sedasız varlığını ortaya koyarken kişinin sürekli başarıları ya da kendine özgü olduğunu düşündüğü özellikleri dile getirmesi kibrin iticiliğini gözler önüne serecektir. Özgüven, bu açıdan, kendini beğenme ile istikrarlı olarak karıştırılır; ama aslında o, daha çok, kişinin kendine yönelik farkındalığı sonucu ortaya çıkar. Kişinin kendini; sınırlılıklarını, potansiyelini, olumlu ve olumsuz özelliklerini bilmesi anlamını taşır. Özgüven, en basit haliyle “kişinin kendine olan güveni” olarak tanımlansa da bundan daha fazla şeyi kapsar. Çünkü bu tanım, yeni bir soruyu doğuracaktır; kişinin kendine olan güvenini oluşturan unsurlar nelerdir?

Özgüven, kişinin kendini bilmesi, tanıması kendiyle buluşması sonucu oluşur ve bu buluşma sadece iyi nitelikleri ortaya çıkarmaz, aynı zamanda çirkinlikleri de görünür kılar. Kişinin noksan, bozulmuş yanlarını görmesi ya onları düzeltmeye çalışması ya da kendini olduğu gibi kabul etmesi ile sonuçlanır. Her iki durumda da özgüven kendi yerini bulmaya başlar, çünkü özgüven için önemli olan nokta, sadece bu farkındalığı kazanmaktır. Gerçek özgüven sahibi birey, tam da bu yüzden, eleştiriden ya da beğenilmemekten korkmaz. O, bu yanlarını çoktan fark etmiş ve kendini benimsemiş ya da iyileştirme yoluna girmiştir. Özgüven, kendinden ayrılıp kişinin kendini objektif bir değerlendirmeye tabii tutmasıdır ve bu bir bakıma kendini aşmayı gerektirir. Kendini aşan bir insan, başka bir kişiden gelen olumsuz eleştiriyi ya da beğenilmemeyi göğüsleyebilme yetisini de kazanacaktır.

Dikkat edin; bir insana ‘iyi yanlarını’ sorduğunuzda düşünmeden, peş peşe birkaç özellik sayabiliyorken konu kötü yanlarına geldiğinde bir müddet düşünmesi gerekecektir. Acaba kendimizi yeterince tanımıyor olabilir miyiz? Bu eylemi karşılıklı yaptığınızda, yani iki taraf da birbirinin iyi ve kötü özelliklerini sayacak olduğunda ya bir süre düşünülür ya da rahatlıkla birkaç şey sıralanabilir. Ama hem iyi hem kötü özellikler aynı zeminde dışarı çıkar. Bu nedenle kişinin kendini ikiye bölmesi, kendinin dışına çıkması özgüveni oluşturacak o farkındalık unsuru için ön koşuldur.

Dışarıya ‘güçlü’ bir imaj vermeye çalışan bireylerin aslında kendini gerçekleştirme çabasıdır bu.  İçinden gelen ve ona yetersiz olduğunu fısıldayan sesi, başkalarının övgüsünü alarak bastırmaya çalışır. Hep daha fazlasının peşinden koşar ve hiçbir zaman tam anlamıyla tatmin olmaz. Bunu genellikle çok iyi mevkilerde olan yüksek statülü insanlarda görürüz; yaşını başını almış ve birçok başarıya imza atmış olsalar bile hala övüldüklerinde çocuk gibi sevinirler; bir noktadan sonra sıradan gelmeye başlaması beklenilen bu övgüler, onlarda daha fazlasını talep etme, arzulama olarak vuku bulur. Öyle bir noktaya ulaşır ki, başka biri onu takdir etmediğinde kendinden bahsetmeden duramaz. Çünkü bu kez, iç sesini daha baskın bir şeyle susturmayı dener; kendi diliyle.

Hep daha iyi noktaya ulaşma çabası, elbette ki, sadece bununla ilişkilendirilemez.  Bunu sınırlandırmak, her zaman daha iyisini başarma gayretinde olan mükemmeliyetçilere haksızlık olacaktır.  Ancak ne kadar yakın görünse de mükemmeliyetçilik ve yukarıda bahsettiğim bireyin hep daha fazlasına duyduğu arzu iki farklı uçtadır. İkisi aynı şekilde sonuçlansa da temellendiği zeminler birbirine azımsanmayacak derecede uzaktır. Mükemmeliyetçi birey, kusursuzluğu arar. O hem en iyi noktada olmalı hem de yaptığı her işi kusursuzlukla yapmalıdır. Mükemmeliyetçi için hataya yer yoktur ve bu hayatının geneline yayılmıştır. Mükemmeliyetçi, bunu övgü amacıyla yapmaz; yapabileceğine inanır ve yapamadığında ise kendini eleştirmekle yetinmez. Kendine bağırır ve hatta duygusal şiddet uygular. Mükemmeliyetçiler,  ufak tefek hatalara rağmen bir işi başardığında bu başarıdan mutluluk duymak yerine hala yaptığı hataları düşünür ve sıfır hatalı olmadığı sürece başarının tadına varamaz. Kendini yetersiz hisseden birey ise bu hatalara rağmen başarıya ulaşmanın sadece güçlü insanların mahsulü olacağını duymak ve buna inandırılmak ister. Hâlbuki özgüven, ne yetersizlik hissini bastıracak bir övgüyü bekler ne de kendine köpürmeyi; o daha sakin, daha ayakları yere basan ve daha beklentisizdir. Özgüvenli birey başarıyı kabul eder ve hatalarını ona yeni edinimler kazandırması hasebiyle gülümseyerek karşılar.