20 Ekim 2020 Salı

GECE

 



https://www.youtube.com/watch?v=tUxkqoWO2XE


Bir ömür, Ankara’da sonbahar mevsimi zamanıyla bir geceye tekabül eder.  Bir gecede her şey yerle bir olabilir, aynı gece insan yeniden doğabilir, kaybedişlerini ziyaret edebilir ve sonunda güneş doğmaya başladığında bir hayat yaşamış kadar buruk, ama huzurlu hisseder.  İnsan, bu zamanlarda bir kez daha yolculuğa çıkar hiçliğe öykünen benliğinde.  Benliğini çıkarıp masanın üstüne koyar, sabaha kadar konuşur. Benlik orada sessizce otururken, kişi salonda volta atar ara sıra sesini yükselterek. Alt komşu tavanı yararcasına vurmasa belki o gece, o ev ıslak sokakları aşacak haykırışların kaynağı olur. Ne sokak ne şehir yadırgar bunu, alışıktır; hatta biraz da aşıktır. Bu kent yalnızların, kimsesizlerin ve ayyaşların sokağı ele geçirdiği saatlerde beslenir;  onların acıları, pişmanlıkları ve umutları bu kent tarafından okşanır ve yine onun tarafından kurban edilir.

Öyle bir gece bu; rüzgâr kapıları gıcırdatırken, sessiz kanepem bile iç çeker. Son birkaç dal sigaradan birine uzanırım. Balkon kapısından yüzüme uzanan esintiye karışır dumanı. Öyle bir gece bu, üşüdüğüm için kapatmam kapıyı, yerine bir hırka geçiririm üstüme. Köşede birikmiş olan notlara, kirlenmiş bardak altlıklarına, tozlu parkeye göz gezdirmekle yetinmem; her şeyi düşünür, mahvederim kendimi. “Yarın” derim “temizlik yapmalı”.  Ama çoktan yarın olmuştur. Yarın, bugüne dönüşmüştür. Yarına adını veren şey uyuma eylemidir esasen, ama uyumazsan asla yarının geldiğini fark edemezsin. Hatta dünün kayıp gittiğini anlamak için de uyumak şarttır. Sabah dörtte uyursan uyandığında saat dördü dün gibi algılarsın; ama hayır, sen uyurken yarın çoktan olmuş ve durmaksızın ilerlemesine devam etmiştir. Sonbaharda bir gece, zamanın kıstası güneştir sadece. Kendini; kendine, zaferlerine, bedellerine, olasılıklara, toz zerreciklerine (parkedeki değil) ve geri kalan her şeye bıraktığında zaman algını yitirirsin çünkü.

Öyle bir gece bu; ilk kez “zamanda yolculuk mümkün olsaydı?” diye cevap aradığım. Hayatımda neyin eksik ya da neyin fazla olduğunu çokça düşünüp masada oturan benliğimden bir yanıt bulmayı beklediğim. Böyle zamanlarda onunla göz göze gelirim, her zamanki gibi benden daha allak bullak olur. Surete bürünmüş benliğim sitem eder ve yine sayıklamaya başlar “Senden daha allak bullağım, çünkü seni daha iyi tanıyorum. Oysa senin kim olduğundan haberin yok.” Kişi, kendini tanımadığı için mutlu olmalı mı? Şüphesiz olmalı. Kişi, tam olarak ne olduğunu bilse aynaya bile bakamazdı. Bu yüzden şüphesiz, bu lezzetli cehaletin tadına varmalı. Öte yandan mutluluğu, erdemli olmanın bir sonucu olarak gören Sokrates ile hemfikir biri, bilgiyi elinde tutmalı ve yoğurmalıdır. Ona göre bilgi, erdemdir; erdemli olmak ise mutluluk getirir. Fakat kendini bilmek mi? Bir insan olarak kendine yönelik bütünüyle bilgi sahibi olmak mı? Kim bu kadar erdemli olabilir, kim hem kendini tanıyıp hem mutlu olabilir? Kim bu erdemin bedelini ödeyecek güçtedir? Bir insan mı, hayır.

Öyle bir gece bu; insanların iyi olduğunu kabul edemediğim. Özgürleştirilmişler kervanında topa tutulan değerlerin, ezberlenmiş kavramların ve bir memleket dolusu temellenmemiş içi boş düşüncenin midemi bulandırdığı bir gece. İnsan, kendini deneyimleri izin verdiği ölçüde tanır. Ne kadar zorluk gördüğü, hayatının ne denli farklı hayatlarla kesiştiği, ne kadar kayıp verdiği kişinin kendini tanıması için gerekli bazı kıstaslardır. Kişi, seçim yapmak zorunda kaldığı anların toplamıdır ve yaptığı seçimler ona şekil verir. Bu yüzden insan ölene kadar tam anlamıyla kendini tanıyamaz, çünkü hayatın kendisi dev bir seçimler silsilesidir ve kişi yaptığı seçimlerle her gün kendini yeniden yaratır. Bu yüzden kişi tecrübeleri sayesinde aslında kim olduğunu öğrenmeye başlar, ama bu öğrenme süreci asla son bulmaz.  Öyle anlar vardır ki, başkasının hayatında görüp empati kurmak, yetersiz ve kınamak, yersiz kalır. Empati kurup o anı yaşamış kişi gibi davranmayacağını iddia edenler, aslında o anı yaşamadan ne tepki vereceklerine dair kesin bir bilgiden yoksundurlar, yaşanmamış her şey farazidir. Çünkü insan ne kadar ileri gidebileceğinden, kim için nelerden ve ne için kimlerden vazgeçebileceğinden, kendini nasıl ve hangi noktada çiğneyeceğinden bihaberdir. Oysa yine biz insanlar için yaftalamak, konuşmak, kıyaslamak ve bağırmak kolaydır; çünkü her geçen gün lezzetli cehaletimizle tıka basa doldururuz çoktan sınırına ulaşmış midemizi.

Öyle bir gece işte; ıslak sokaklarda yalınayak dolaşan, zavallı görülen o ayyaşların bile daha samimi olduğu. Onlara kulak verdiğimde acılarını paylaşacağım ve pişmanlıklarını anlayacağım. Benliğimin benden oluştuğunu bildiği için yüzüme bakmaya utandığı, ama benim biraz bile, o ayyaşlar kadar bile, utanmadan hala dünyayı karaladığım. Kişi, biraz olsun kendinden utanmalı. Belki bir trende değil, ailesiyle ya da bir topluluğun içindeyken değil belki; ama en azından böyle bir gecede kişi, biraz olsun kendinden utanmalı. Kabuğunda kalıp saklanırken iyi olmak kolaydır, ancak sınanmayan hiçbir şey gerçekliğini kanıtlayamaz. Kişi kötülüğü görmeli, anlamalı ve tatmalı. Dahası kişi, kötülüğün öznesi olmanın nasıl bir his olduğunu da öğrenmeli. Dünya her zaman masum olunabilecek bir yer değil, bu yüzden insan hayatı, onu kötü bir eylemde bulunmaya eninde sonunda itecek. Bununla mücadele edemeyecek kadar zayıf olduğunu bilmeli insan ve bunu hızlı yoldan öğrenmenin en iyi yolu bir noktada kötü bir eyleme dönüşmektir. Bazen küçük bir kötülük, daha büyüklerini yapmasını önleyecek güç sağlar kişiye. Çünkü kötü olmanın ne anlama geldiğini öğrenmiş bir insan, bu vicdani sorumluluğu bir daha üstlenmekten kaçınacaktır. Bu yüzden kişi, biraz olsun kendinden utanmayı bilmelidir. Biraz olsun hatalarını görmeyi ve pişman olmayı bilmelidir; zaman ve tecrübe, ancak böyle, kişiyi idealize edilmiş formuna ulaştırır. Ama öyle bir gece bu; kimsenin utanmayı bilmediğini fark ettiğim. Bu satırları yazan benim bile.

Öyle bir gece bu,  herkes evlerine çekildi. Gece olağan sessizliğiyle hiçliği sunuyor, gecenin içine koşup yalnızlığın ucundan atlamama ramak kaldı. Her zamanki sorular beynime üşüşmüş. Ancak alışılmışın dışında bir durum var bugün; üzülmüyorum. Rahatlamış gibiyim, sonraki hayatımın başlangıcının ilk günü bugün. Gece bir kez daha radikal duruşuyla büyülüyor. 

21 Eylül 2020 Pazartesi

Yanlış Anlaşılan Kavram: Özgüven

 


NOSCE TE IPSUM


Kişi her ne kadar itiraf edemese de beğenilme, sevilme, takdir görme isteğiyle doludur. Hayata geçirdiği eylemleri kendi için yaptığını iddia eden birey, kabul görme dürtüsünü yok sayar. Bunun esas sebebi; edilgen olan onaylanma yahut beğenilme eylemlerine kişinin müdahil olma şansının bulunmaması ve bunun toplumda bağımlı bir davranış olarak görülmesidir. Hâlbuki kullanılan bir aksesuardan tutun da meslek seçimine kadar birçok tercihimiz tek faktör olmasa da güçlü bir etken sayılabilecek beğenilme arzusu temelinde şekillenir. Kişi bu noktada farkında olmaksızın özgür iradesinden yoksun kalır ve seçimlerini bir bakıma toplum iradesine teslim eder.  Aslında topluma aykırı bireyler farklı tercihleriyle öncü niteliği taşımaktadırlar. Ancak toplumun küçük bir kesimi bile bu aykırılıktan beslenerek kendisine yeni bir imaj yaratma peşine düşer. Bu noktada toplum içerisinde kümelenmiş ve birbirinden farklı takdir ve beğeni kıstasları benimseyen küçük gruplar oluşmaya başlar. Ancak yine, gelenekselciler de radikalciler de kendi grubu içindeki bireylere hitap ederek onları etkilemeyi deneyebilir.  Bu denemenin başarısız sonuçlanması kimisi için yıkıcı sonuçlara sebep olurken kimisi için günlük hayattaki herhangi bir istencin karşılığını bulamaması kadar olağandır. Açacak olursak, beğenilme arzusu her insanda baş göstermesine rağmen, bu arzunun karşılık bulamaması insanların sadece bir kısmı için sıkıntı kaynağı oluşturur.  Bu kıyasla ulaşacağımız zemin, özgüvenin önemini -şüphesiz ki- ortaya koyacaktır.

Bir insanı çekici kılacak en güçlü özellik, özgüvendir. Kişinin kendine olan güveni doğası itibariyle bağırmaya ihtiyaç duymaz. O sessiz sedasız varlığını ortaya koyarken kişinin sürekli başarıları ya da kendine özgü olduğunu düşündüğü özellikleri dile getirmesi kibrin iticiliğini gözler önüne serecektir. Özgüven, bu açıdan, kendini beğenme ile istikrarlı olarak karıştırılır; ama aslında o, daha çok, kişinin kendine yönelik farkındalığı sonucu ortaya çıkar. Kişinin kendini; sınırlılıklarını, potansiyelini, olumlu ve olumsuz özelliklerini bilmesi anlamını taşır. Özgüven, en basit haliyle “kişinin kendine olan güveni” olarak tanımlansa da bundan daha fazla şeyi kapsar. Çünkü bu tanım, yeni bir soruyu doğuracaktır; kişinin kendine olan güvenini oluşturan unsurlar nelerdir?

Özgüven, kişinin kendini bilmesi, tanıması kendiyle buluşması sonucu oluşur ve bu buluşma sadece iyi nitelikleri ortaya çıkarmaz, aynı zamanda çirkinlikleri de görünür kılar. Kişinin noksan, bozulmuş yanlarını görmesi ya onları düzeltmeye çalışması ya da kendini olduğu gibi kabul etmesi ile sonuçlanır. Her iki durumda da özgüven kendi yerini bulmaya başlar, çünkü özgüven için önemli olan nokta, sadece bu farkındalığı kazanmaktır. Gerçek özgüven sahibi birey, tam da bu yüzden, eleştiriden ya da beğenilmemekten korkmaz. O, bu yanlarını çoktan fark etmiş ve kendini benimsemiş ya da iyileştirme yoluna girmiştir. Özgüven, kendinden ayrılıp kişinin kendini objektif bir değerlendirmeye tabii tutmasıdır ve bu bir bakıma kendini aşmayı gerektirir. Kendini aşan bir insan, başka bir kişiden gelen olumsuz eleştiriyi ya da beğenilmemeyi göğüsleyebilme yetisini de kazanacaktır.

Dikkat edin; bir insana ‘iyi yanlarını’ sorduğunuzda düşünmeden, peş peşe birkaç özellik sayabiliyorken konu kötü yanlarına geldiğinde bir müddet düşünmesi gerekecektir. Acaba kendimizi yeterince tanımıyor olabilir miyiz? Bu eylemi karşılıklı yaptığınızda, yani iki taraf da birbirinin iyi ve kötü özelliklerini sayacak olduğunda ya bir süre düşünülür ya da rahatlıkla birkaç şey sıralanabilir. Ama hem iyi hem kötü özellikler aynı zeminde dışarı çıkar. Bu nedenle kişinin kendini ikiye bölmesi, kendinin dışına çıkması özgüveni oluşturacak o farkındalık unsuru için ön koşuldur.

Dışarıya ‘güçlü’ bir imaj vermeye çalışan bireylerin aslında kendini gerçekleştirme çabasıdır bu.  İçinden gelen ve ona yetersiz olduğunu fısıldayan sesi, başkalarının övgüsünü alarak bastırmaya çalışır. Hep daha fazlasının peşinden koşar ve hiçbir zaman tam anlamıyla tatmin olmaz. Bunu genellikle çok iyi mevkilerde olan yüksek statülü insanlarda görürüz; yaşını başını almış ve birçok başarıya imza atmış olsalar bile hala övüldüklerinde çocuk gibi sevinirler; bir noktadan sonra sıradan gelmeye başlaması beklenilen bu övgüler, onlarda daha fazlasını talep etme, arzulama olarak vuku bulur. Öyle bir noktaya ulaşır ki, başka biri onu takdir etmediğinde kendinden bahsetmeden duramaz. Çünkü bu kez, iç sesini daha baskın bir şeyle susturmayı dener; kendi diliyle.

Hep daha iyi noktaya ulaşma çabası, elbette ki, sadece bununla ilişkilendirilemez.  Bunu sınırlandırmak, her zaman daha iyisini başarma gayretinde olan mükemmeliyetçilere haksızlık olacaktır.  Ancak ne kadar yakın görünse de mükemmeliyetçilik ve yukarıda bahsettiğim bireyin hep daha fazlasına duyduğu arzu iki farklı uçtadır. İkisi aynı şekilde sonuçlansa da temellendiği zeminler birbirine azımsanmayacak derecede uzaktır. Mükemmeliyetçi birey, kusursuzluğu arar. O hem en iyi noktada olmalı hem de yaptığı her işi kusursuzlukla yapmalıdır. Mükemmeliyetçi için hataya yer yoktur ve bu hayatının geneline yayılmıştır. Mükemmeliyetçi, bunu övgü amacıyla yapmaz; yapabileceğine inanır ve yapamadığında ise kendini eleştirmekle yetinmez. Kendine bağırır ve hatta duygusal şiddet uygular. Mükemmeliyetçiler,  ufak tefek hatalara rağmen bir işi başardığında bu başarıdan mutluluk duymak yerine hala yaptığı hataları düşünür ve sıfır hatalı olmadığı sürece başarının tadına varamaz. Kendini yetersiz hisseden birey ise bu hatalara rağmen başarıya ulaşmanın sadece güçlü insanların mahsulü olacağını duymak ve buna inandırılmak ister. Hâlbuki özgüven, ne yetersizlik hissini bastıracak bir övgüyü bekler ne de kendine köpürmeyi; o daha sakin, daha ayakları yere basan ve daha beklentisizdir. Özgüvenli birey başarıyı kabul eder ve hatalarını ona yeni edinimler kazandırması hasebiyle gülümseyerek karşılar.

 


24 Haziran 2020 Çarşamba

GELECEĞE MEKTUP (vol.1)




Artmasını isteriz en güzel varlıkların
Güzelliğin gül yüzü solmasın diye asla,
Bir güzel, yaşlanıp da göçünce bugün yarın
Anısı yaşar yine körpecik yavrusuyla;
Ama can yoldaşındır kendi parlak gözlerin,
Kendi ateşin besler ruhunun alevini;
Kıtlığa çevirirsin bolluğunu her yerin,
Kendi düşmanın gibi, ezersin canevini.
Şimdi sen yeryüzünün taptaze bir süsüsün,
Varlığın çiçek dolu bahardan müjde taşır,
Ama kendi koncanda ruhunla gömülüsün,
Pintiliğin arttıkça kendi sonun yaklaşır.
Dünyaya acımazsan, oburlar gibi ancak
Varlığın da mezar da güzelliği yutacak.


William Shakespeare


Güzel çocuğum, sütüne ekmek bandım ben senin. Hayatımdan ekledim sana; bir gün bile pişman olmadım. Kalbin acırsa burada çıplaklığıyla seni karşılayacak bir göğüs var. Başını koyup gözyaşlarını akıtabileceğin bir omuz. Çok gevezeyim; lakin gerginlikleri yok etmesini bilirim, utangaçlıkları da. Şaşkınlıklarım olur, üşengeçliklerim tabi –her insan, her kadın, her ana gibi- Ama severim, çok severim seni. Kimsenin sevmediği ve belki de sevemeyeceği gibi. Bağımlılıklar yok eder, öldürür seni. Sakın ha, kimselere olma bağımlı. Bazı insanlar güzeldir, her şeyinle bağrına basar da biri neye uğradığını bilemezsin. Gözlerine güzel bakar, güzel dokunur, iyidir hiç olunamayacak kadar. Çok soru sorar; hatalarını yüzüne çarpmak için değil, seni her yönünle tanımak, ruhunla konuşmak için. Üşüyen yerlerini ısıtmak, kanayan yaralarına pansuman yapmak, neye açsan sana onu vermek için. Düşmanların geldiğinde silah arkadaşın olmak için.

Sev onları, akıllı bir delilikle sev. Okşa kederlerini; okşa tenlerini. İç içe geç, karış toprağına. Ama sakın ha, bağımlısı olma. Hayallerinde bile tek ol. Anasız, babasız, sevgilisiz ve dostsuz ol e mi? Sadece olmak istediğin insanı hayal et; olmak istediğin şehri, ülkeyi hayal et. Gezeceğin yerleri hayal et, çok daha iyi bir gezegen hayal et. Ama sakın, şimdi hayatını paylaştığın kim/kimler varsa hayalinde olmasın.

İnsanlar gidebilir, terk edebilir, kaybolabilir ve en acıtanı, ama en hakikisi de ölebilirler. Belki gidenin dönmesi, terk edenin pişman olması, kaybolanın aniden ortaya çıkıvermesi umuduyla sarılabilirsin hayatına, ama ölümün çaresi yoktur. Ölümü, terk edilmeyi ve hayallerine kimsenin ortak olamayacağını kabullen kızım. Biliyorum, dikey hareketlerle kafanı sallasan da düşeceksin bu hataya.  Ne kadar bireysel yaşarsan yaşa, ne kadar yalnızlığını seversen sev hayallerini birileriyle kuracak ve her normal insan gibi onlarla sevgi dolu ve huzurlu bir hayat dileyeceksin. Kim bilir, belki de gerçekleştireceksin; tüm bu sözlerimi boşa çıkarmanı her şeyden çok isterim. Ama üzgünüm; “Dünya sıcacık, seni hiç üzmeyecek. Dertlerine ortak olacak insanlar bulacak ve ölene dek onların dostlukları ile huzurlu yaşayacaksın.” diyemeyeceğim bir hayat yaşadım. Seni kandıramam.

Güzelliklere alışmakta sürat tanımaz, geldiklerinde sanki hep oradalarmış gibi davranırız. Güzellikle ya da iyilikle baş etmek için bir kılavuz yoktur. Çünkü “baş etme” eylemi güzelliğin doğasına aykırıdır. Eğer konuşuyorsam sana güzelliğin ne olduğuna dair ipucu veremem, onun seni bulacağını söyleyemem. Güzelliği nerede bulacağını sen bilir ve geldiğinde ise ancak sen anlarsın. Sadece sana irili ufaklı taşlarla dolu bu arazide yalınayak yürümenin seni ne kadar kanatacağını anlatabilir ve bu taşları en az sıyrıkla nasıl aşacağını söyleyebilirim. Ancak binlerce metafor kullanıp sayfalarca tasvir etsem de yaşamadan bilemeyeceksin. Bu, “Bak bu deniz, bunun rengi mavidir. Bak bu da bir ağaç, ağaçların yaprakları yeşil olur.” diyerek anlatılacak bir şey değil.

Dünya dakikalar içerisinde binlerce değişime sahne oluyor, zaman çok hızlı akıyor ve kuşaklar çoğalıyor. Büyü sen de, geliş. Evrensel biri ol, güncel kal; ama kötü birine dönüşme. Değişimin, ani ve dönüşsüz olmasın. Her ediniminde sorgula, her duyduğunu araştır ve dönüşeceğin insanı iyi seç. Kötü biri olduğunu düşünürsen kendini eleştirmekten yoksun olmadığını fark edip sevin. Daha iyi biri olmak için çabala, ama sakın kendini alçaltma.

Sevmek alelade bir eylem değildir, iyilik de öyle. Seveceğin insanı iyi seç. Sevgini birine verirken onu sadece sana olan tavırlarıyla tanımamış olmaya özen göster. Onu arkadaşlarıyla gör, onu çevredeki başka insanlarla iç içe gör; yalnızca sana karşı iyi olan bir insan, gerçek bir iyilikten yoksundur. Gerçek iyileri bul, onları tanı ve iyiliği zevklerle, statüyle, renkle bağdaştırma. İyilik, sadece iyiliktir; kıstası yoktur kızım.

Gün gelecek çehren solacak karanlıkta. Gün gelecek parçayı zemine bir türlü sığdıramayacak, allak bullak olacaksın. Durman ve harekete geçmen gereken noktalar üst üste binecek, tanımsız ve senden bağımsız birtakım durumlar cesaretini kıracak. Bak, bunlar insan olmanın yazısız kurallarıdır; daha iyi hissettirmese de söylemeliyim, herkes benzer sokakları yürüyor.

Dünya düzenbazların, riyakârların, aç gözlülerin, korkakların bölgesi; barınmak ve alışmakta güçlük çekeceksin başlangıçta. En yakınım dediklerini ve hatta belki kendini bile tanıyamadığın zamanlar olacak. Dünya, yeri gelecek, senden omurgalı ölmek ile yaşamak arasında seçim yapmanı bekleyecek. İlkelerinden ödün vermene sebep olacak birçok olayla karşılaşacak ve -eğer seni doğru yetiştirdiysem- vazgeçmemek için mücadele gösterecek, dimdik duracaksın.  Ama öyle bir an gelecek ki ilkelerini, değerlerini, tutkularını bir bavula koyup rafa kaldıracaksın. Kendini yok saysan bile sana bağlı insanları yok sayamayacak ve en makul kararı alacaksın. Tereddüt etme. Çehov’un da dediği gibi, en kötü karar bile kararsızlıktan iyidir. Ama madem kötü de olsa bir karar alacaksın, arkasında durmayı bil.

Söylediklerime uyduğunda bana kızacak, iyi olmanın bedelini ödedikçe nefret edeceksin belki.  Sana mutlu olmanı değil, iyiliği öğütlüyorum. Dünya cehaletin mutluluğuna varanlarla dolu, buna ihtiyacımız yok.  Akla ve iyiliğe ihtiyacımız var. İlla mutlu olmak istiyorsan cahil kal, kendi cehaletinde düşünmeden, bilmeden yaşa ömrünü. Ama burada Mustafa Kemal’in sözüne dikkat et; “Biz cahil dediğimiz zaman, mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören gerçek âlimler çıkabilir.” Hakikati görmek, önce sana acı verecek; sonra geliştirecek ve en sonunda seni farklı kılacak. Farklı olduğunu anladığında herhangi bir mutluluğun bu hissin verdiği huzurla ölçülemeyeceğini göreceksin. Sadece sabırlı ol.

Korktuğunda bir süre bekleyip bedeninin soluk almasına izin ver.  İnsan, korkusunun kaynağını bulduğunu zanneder ve o kaynağı kurutarak sorunu çözmeye çalışır. Bunu yapma. Korkunun kaynağı bir kimse, bir nesne ya da durum değil; senin içinde dokunduğu yerdir. Orayı keşfet, gerçek kaynağını.  Hayatım boyunca böceklerden korktum,  bu yüzden onları her gördüğümde üstlerine basıyordum. Onları düşünmek bile tüylerimi ürpertiyordu. Ama bu onların değil, benim sorunumdu. Neden onları öldürüyordum?  Sonuçta tetikleyiciler hep olacaktı, dünyadaki tüm böcekleri öldüremezdim.  Demem o ki; korkuyu yok etmek, tetikleyicileri yok etmekten daha kolaydır. Savaş onunla.

Geçmişte kalmamanı, anı yaşamanı söyleyecekler sana. Kanma onlara. Geçmişi düşünmek istiyorsan düşün. Üstünü örttüğün her şey hortlayarak çıkacak karşına. Bunu önlemenin tek yolu, halledemediğin ne varsa onunla yüzleşmektir. Bunun için gerekirse düşün geçmişi.  Kanamaya izin vermezsen seni zehirler. Arkana bakarak koşamazsın; sendeler, düşersin. O yüzden arkanı dön ve kaçtığın ne varsa yüzleş.

Her şeyden evvel bil; en büyük günahkâr sensin. En tutkulu sevgili, en merhametli ana, en aciz insan, sensin.  Hayatında olanları kimseye yükleme; en azılı suçlu sensin. Biri seni üzdüğünde ona değil, kendine kız ona bu hakkı verdiğin için. Sevgilin aldatırsa böyle birine sevgini verdiğin için, kimse yardımına koşmadığında yardım umduğun için kendine kız.  Çünkü kimse seni, senin kadar iyi, anlayamaz. Öfke, enerji gerektirir. Yorar seni.  Öfkeni kendine yönlendirirsen harcadığın enerji birisinin kafasına çarpıp yere düşmek yerine sana tecrübe olarak döner. Hem unutma, kimi neyle suçluyorsan bir gün ona dönüşürsün; neyi güzel buluyorsan öyle olmak için çabalarsın. Bu yüzden hayatındaki  ‘en’ sensin. Kendine en uygun şekli bul, ama sakın acele etme.

22 Mayıs 2020 Cuma

VAR






-her el, bir var-


 Herhangi siyasi ve dini gönderme içermemektedir.

Hangi aşılmaz köprülerden geçeriz şu hayatta, hangi uzakları yakın kılar, hangi çirkinliği alt ederiz, hangi duvarları yıkar, neler inşa ederiz? Her şeyi değiştiririz zamanla, ne savaşlardan galip çıkar, ne çok beyaz bayrak çekeriz. Bazen zaferizdir, bazen mağlubiyet.

Korkularımız var. Her gün yığınla şeyden kaçıyor, her gün yığınla şeye sırtımızı çeviriyoruz.  Omuz silkiyoruz durmaksızın, inkâr ediyoruz. Yaklaşmakta olana kör kesiliyoruz, yok saymayı ‘yok etmek’ sanıyoruz.  

Düşman, tanımadan alt edilemeyeceği gibi düşmanla çarpışmadan da zafer elde edilemez. Ayak izlerimizi bıraktığımız toprak parçasından cepheye kaçıp saklanıyor, düşmanı yenmiş olmayı ümit ediyoruz. Cephanemiz tam, ama atağa geçmiyoruz.  Öyle çok kaçıyoruz ki; düşman, tüfeğini başımıza yasladığında bile gözlerimizi kapatıp onu görmeyi reddediyoruz. Bir açsak gözlerimizi, yeneceğiz . Ama açmıyoruz, çünkü cesaretimiz yok kendi içimizdeki düşmanla yüzleşmeye.

Aldanışlarımız var. Güzelliğe muhtacız, her gün yanılsamaları hakikat belliyoruz.  Hayalimize bir form yaratıp var ettik sanıyoruz. Sanrılar, sancılarımızı tetikliyor. Sonra hayallerimizi suçluyoruz, aslında olmayan,  bizim anlam yükleyip binlerce kez yıkıp baştan yarattığımız o formu. Kendimizi azarlamayı unutuyoruz, hep başka bir kimseyi sanık kılıyoruz adaletten yoksun mahkememizde.

İnsanlar sever başlarına gelen her aksi olayda Tanrı’yı ve başkalarını suçlamayı. İnsanız ya -artık bu ne demekse- durmadan kin kusuyor, kendimize olan kızgınlığımızı başka varlıklara ve kimselere yükleyince acımız hafifler sanıyoruz. Hafiflemiyor.

Tutkularımız var; peşinden koşmayı bırak, emeklemeye cesaret edemediğimiz tutkularımız. Tavşanız, ama kaplumbağa gibi davranmayı akıl bile edemiyoruz. Sabır göstermiyor, emek harcamıyor; ama hep istiyoruz. Her sabah başlıyor, her gece pes ediyoruz. Tutkularımızı hayata geçirdiğimiz ölçüde kendimizi gerçekleştirmiş oluruz; ama hissetmiyor, inanmıyoruz. Bedel ödemek istemiyor, ödün vermeye korkuyoruz. Tutku yücedir, ibadet etmiyoruz.

Acılarımız var. Hem de ne acılar. Düşüyoruz, kayalıklardan yuvarlanıyoruz. Her yanımız yara bere içinde acılarla kıvranıyoruz kimsesiz, ıssız bir diyarda. Ne kadar bağırsak da desibelimiz yetmiyor sesimizi duyurmaya. Çığlıklarımız havada asılı kalıp süzülüyor. Yığılıp kalıyoruz ansızın, kanımız ağaç köklerine hayat veriyor,  saçlarımız toprakla karışırken. Yaralarımız pıhtılaşmayınca anlıyoruz; ya ölürüz burada ya yeniden ayağa kalkarız. Kalkıyoruz, öyle birden doğrulamıyoruz. Önce sürünüyor, sonra dizlerimizin üstünde yükseliyoruz. Ama vahşi bir hayvanın aç gözlerini görene dek koşamıyoruz. Tehlike, bizi canlı kılıyor. Ne kadar acı yaşarsak o kadar öngörülü oluyoruz bu yüzden. Zamanla düştüğümüz yerden daha hızlı kalkmayı öğreniyoruz. Tecrübelerimiz bizi güçlendiriyor, güçlendikçe anlıyoruz; şu hayatta üstesinden gelinemeyecek şey yok. Her şey aşılıyor; tüm acılar geçiyor ve tüm yaralar kapanıyor. İzleri kalıyor, ama parmağımızı yara izimizin üstünde gezdirip gülümsüyoruz. Çünkü biliyoruz: Yara izimiz ne kadar çoksa o kadar yenilmez oluyoruz.

Beklentilerimiz var; hak etmeden hak saydığımız beklentiler. Hadsiziz. Tohumken çiçek açtık sanıp daha çok görülmek, koklanmak istiyoruz. Toprağın altında kendimize bakınca pek bir büyüğüz sanıyor, arsızca sevilmek istiyoruz bir de. Biraz büyüyünce balkonun en güzel köşesine konulmayı bekliyoruz, hak etmişiz gibi. Gerçekten çiçek açıp balkonun en güzel köşesinde sevilen bir bitki olduğumuzda ise küsüyor ve büyümeyi bırakıyoruz. Sonra da soluyoruz. Kibrimiz,  ölümümüz oluyor. Kendimize dair bir farkındalık oluşturmadığımız gibi hak edenleri haklarımızı çalmakla suçluyoruz.

Anılarımız var. Her biri başka bir hatırayı doğuruyor. Bir anı başka bir anıya yataklık yapıyor, çoğalıyor ve bizi oluşturuyor. İçinden geçerken şaşalı ışıkların büyüsüne kapılıp önümüze bakmayı unuttuğumuz uzun bir koridor gibi her biri, koridorun sonuna varıp arkamızı döndüğümüzde ışıkların o kadar da aydınlık olmadığını fark ediyoruz.  Kimi zaman da hayvan leşleriyle dolu pislik bir tünel gibi, tünelin sonunda kafamızı geriye çevirdiğimizde aralarında hala hayatta olan canlılar olduğunu görüyoruz. Yoğunluğuna kapılıp sürükleniyor, ancak dışına çıktığımızda ne anlama geldiğini anlıyoruz.

Fikirlerimiz var; düşünmeden, okumadan edindiğimiz fikirler. Durmaksızın savunduğumuz, ama onu neyin oluşturduğunu bilmediğimiz bir yığın çöplük. Biri çöpleri kaldırmaya kalkıştığında nedenini sormadan onu kovuyor, çöplüğümüzü cennetimiz belliyoruz. Kimse sormadan bu sözde cennetimizi herkese gösteriyor, midelerini bulandırıyoruz. Suratını ekşitenin suratına bakmıyoruz. Bu sığ, hastalıklı fikirler bizi kokuşmuş bu çöplüğe mahkûm kılıyor; öyle kaplıyor ki kafamızı, farklı bir yaşam şekli olduğunu bile fark etmiyoruz. Parmağıyla farklı alanları işaret edenlerin parmağını kesiyoruz. Bizim dışımızdaki her şeyi yanlış kabul ediyor, eleştirildiğimizde saldırmaya başlıyoruz.

Hayatımız var; kıymetini son nefeste anlayacağımız bir hayat. Nasıl yaşanacağını, yaşarken öğrenmeye zorunlu kılınıyoruz; kolaymış gibi. Bu yüzden yaşamayı bir türlü beceremeyip yıllarımızı nice yakınmayla heba ediyoruz. Defalarca son vermeyi düşünüyor, hep vazgeçiyoruz. Tek kurşunu kafamıza sıkmak istemiyor, ama öte yandan emniyeti hep kapalı tutuyoruz. Bir ömür, sonunda, binlerce çaba ve mücadeleye eş değer oluyor; her gün yavaş yavaş yitiyoruz. Bize sorulmadan verildiği gibi hiçbir sorumuza da yanıt alamadığımız bir hayatımız var. Sonunda, bir ömür bir cevaba mal oluyor.

7 Mayıs 2020 Perşembe

KENDİMLE BİRTAKIM KONUŞMALAR







Kendim kendimi anlamadı, sen de anlamayacaksın. Demem o ki okuma, vakit kaybı.


Bu koca şehirde yapayalnızdım. Yine de bu sokaklar bana dar gelirdi. Bıkmıştım aynı yolları farklı şekillerde yürümekten. Hep mi aynı ağaç giyinip soyunurdu şu köşede, hep mi aynı adam sigarasını içerdi kaldırım üstünde? Hep aynı çocuklar mı toplardı çöpleri, yoksa bana mı aynı gelirdi?  Detayları severim, bu kez atlamış mıydım her gün yaşarken aynı günü?  Kaldırım taşlarını mı saymıştım sadece, hep mi saate bakmıştım yürürken? Hâlbuki severim etrafıma baka baka yürümeyi.

Şimdilerde pek çok şey değişti. Değişmeyen tek şey, yine yalnızlığım oldu. Sizler kalabalık masanın bir üyesi olacak incelikteydiniz, çat kapı gelen dostlarınız vardı. Eksik yanlarınızı usulca örtecek bir nineniz vardı belki. Size bağırmayan bir babanız? Ben sizin evlerinizin saat­lik misafirleri olur, yine kaygan zeminli balkonunuza çıkar, sigaramı içerdim. Ben sizin kötü yanınızdım, ben sizin “Haline şükret” inizdim. Ben size, acımla keyif verirdim. Üzülürdünüz elbet, ahlanıp vahlanırdınız. Ama şükür kıyasınız ederdiniz beni. Olsun, yemekleriniz güzeldi. Niyetiniz de elbet.

Hak yemem ben, sizler iyi insanlardınız. Adalet mühimdir, her şeyde ölçülü olmayı bilmek gerek bu hayatta. Teoride güzel işlerdi aklım, ama söz konusu kendim, kendi eylemlerim olunca yerle yeksan olurdu her şey. Ölçüyü kaçırırdım severken, sevişirken, koşarken, durur­ken bile.  Öyle çok dururdum ki nice trenler geçerdi önümden, nice mevsim açar sönerdi is­tasyonda. Ölçülü olduğum zamanlar da oldu elbet. Hayatımdaki tek tük iyiliği o zamanlara borçlu­yum.

Ne diyordum? Yalnızdım işte boylu boyunca. Bir ince battaniyeye uzanmış bornozumla, siga­ramı içiyordum yine. Saçlarımdan su damlaları düşüyordu parkeye. Sere serpe uzanmış gö­ğüslerime, hareketsiz bacaklarıma bakıyordum. Bu beden, benim miydi? Bu kaburgalar, bu nefes, durmadan alçalıp yükselen gövdem bana mı aitti? Ben istememiştim ki bunlarla bütün olmayı. E öyleyse?

Bazı adamlar, bu bedeni öperken kendinden geçmişti. Bu ten, yumuşak ve pürüzsüzdü; hep sevmişlerdi. Çelimsiz, naif bir kadın bedeni gibi de değildi oysa. Bu bedende kas ve kemik vardı yığın yığın. Uzun damarlar görünürdü çatlamış ellerin, beyaz bileklerin ardında. Bir et geriliydi üstüne. Öyle bir etti ki sıyrılıyordu. İnsansam eğer ben, insan bu kadardı işte.

Ya o adamlar, neredeydiler şimdi? Sahi, kötüydüm ben. Kötüler arzu edilir, ama sevilmez­lerdi.

Tabi ya, yalnızdım ben. Ama kalabalık olmak da istemiyordum. Bir, çok az; iki, çok fazlaydı benim için. Yine de ne bu yüksek, büyük eve sığardım ne de sürekli koşan bu şehre.

Şimdilerde her şey değişti. En izbe kimliğimi, sınırlarımı ve sınırsızlığımı, bedenimi keşfettiğim bu şehir,  bedenim kadar yabancıydı artık bana. Ben ayaktaydım, ben masada yazı yazıyor­dum, ben aynaya bakıyordum, ben soyunuyordum ve tüm bunları uzanırken yapıyordum. Ya delirmiştim ya ruhum bedenimden taşıyordu artık.

Ben kimdim? Beni ne ‘ben’ yapıyordu. Bir insan nasıl kendisi olabiliyordu? Bunca benlikten kaçı, kendisinin sandığı kişi olup olmadığından emindi? Beni oluşturan her şey, aslında hiçbir şeydi. Nasıl bu kadar aciz, bu kadar basit yok olabilecek bir varlıkken benliğimi hissedebilir­dim?

Komodinin üstündeki çakmaktan, kalemlikteki makastan, duvardaki tablodan ne farkım vardı? Onlar gibi birden ve keskin bir biçimde yok oluyorsam ne farkım kalıyordu bir nesne­den? Kan pompalayan bir kalbim, kontrol mekanizmamı sağlayan bir beynim var diye mi farklıydım? Ama o nesneler daha çok işe yarıyordu, hem onların da bütünleştirici parçaları vardı.

Ya neydi farkım? Ben yok olursam birilerinin bu yok oluşa üzülecek olması mıydı?  Ama ben tablom kırılırsa, makasım körelirse, çakmağım yanmazsa da üzülürdüm; ben de onları kaybetsem üzülürdüm. Bana ait, hayatımı kolaylaştıran ve güzelleştiren nesnelerdi onlar neti­cede. Eh, her insan da diğerleri için böyle değil miydi zaten? Bir eşya gibi birbirimizin hayatını kolaylaştırıyor ya da güzelleştiriyorduk. Kırılırsak ya da körelirsek de işlevsizliğimizden yakını­lıyordu ve çöpe atılıyorduk.

Eğer beni bu nesnelerden farklı kılacak şey, hareket kabiliyetimse siz hayatı hiç anlamamışsı­nız canlarım. Bana çizilen sınırlar içinde yaşıyor, bana mümkün kılınan işleri gerçekleştiriyor­dum. Uçamıyordum mesela, kanatlarım yoktu. Suyun altında yaşayamıyordum, iznim olma­dan ve hatta bazen iznim olsa bile bu toprakları aşamıyordum. Kolları ve bacaklarının olma­ması, bu nesnelerin suçu değildi, tıpkı benim kanatlarımın olmaması gibi.

Artık bir fark bulmalıydım. Ben insandım, bu dünyadaki en üstün varlıktım, özeldim ben, akıl­lıydım ve kibirliydim tabi. Neydi aramdaki fark bu nesnelerle?.. Tabi ya, ben bir makas ürete­bilirdim, bir çakmak da. Tablo da yapabilirdim. Oysa benim gibi bir form oluşturamazdım. Eh, o zaman hiyerarşik bir düzen vardı. Ben bu nesnelerin tanrısıydım, benim de bir başka tanrım vardı. Demek, ben de benim tanrımın nesnesiydim. Ama ben onu ne güzelleştiriyor ne de işine yarıyordum. O zaman, ben neden vardım?  Son durumda; kalemlikteki makas, duvardaki tablodan ve komodindeki çakmaktan daha önemsiz, daha çirkin ve işlevsiz bir form olarak çıktım karşıma.

Sahi, ben yalnızdım. Nasıl dağıttım yine konuyu? Sabaha karşı uyuyor, odamdan sadece bo­şalan fincanımı ve şişemi doldurmak için çıkıyordum. Nefes alamazsam açıyordum pencereyi. Işığı açmıyordum bile, masa lambası ve kimi zaman birkaç mum yetiyordu karanlığı yok et­meye. “Keşke hayatımda da birkaç mum yakabilsem” diyordum. Küllük de dolup taşmıştı, çöp tenekesi de. Tırnaklarım kırılmış, duvarlarımdaki rutubet artmıştı. Dudaklarım kuruyordu, tablolarımdan biri yere düşmüştü birkaç gün evvel (Bir de hareket kabiliyeti yok zannederiz). Günleri de takip etmiyordum artık. Ha cumartesi ha salı, ne fark ederdi? Her gün birbirinin üstüne binip aynı yöne bakan, aynı şekil dairelerden bilmem kaç katlı bir bina inşa etmişti. Kümü­latif değildi geçmiş günlerimin yığını, daha çok tekerrürdü.

Kimse de gelip kolumdan çekmeyecekti, ben çekmeliydim kendimi. Ama ne önemi vardı? Öyle bir boşvermişlikti ki bu, bir adam gelse öpmeye üşenirdim; “Geç, otur ya da dokun bana. Ne yaparsan yap, ama yorma beni. Bir şey söyleme, ben kendi görüş alanıma sıkıştım. Beni burada bırak, kurtarılma istemiyorum.”

Ben yalnızdım. Güzel acılarla bezenmiş, müthiş yoksunlukları olan bir yalnız. Acıları ve yok­sunlukları severdim. Yoksunluk, elde etmeyi; acı, mücadeleyi öğretirdi. Büyütür ve genişle­tirdi beni.  Anlamıştım, acı içimde, kafamda değildi. Acı, hayatın kendisiydi. Mutlu olmaya gelmemiştim ben buraya, böyle bir beklentim de yoktu. Ben sonuç değil, süreç odaklıydım. Ha­yat; mutlu olmak için çabalanacak bir yerdi belki, ama mutlu olunacak değil. Burada bir iş biter, bir başkası başlardı. Bir dert çeker ağır ellerini sırtımdan, daha güçlü ellere devrederdi görevini. Sırtım ne kadar sağlam durursa, ne kadar az eğilir, ne kadar ayakta kalırsam o kadar öğrenirdim mücadeleyi. Her dert sınırlarımı zorlar, güçlendirirdi beni. Yenileriyle kondisyo­num yüksek, antrenmanlı ve daha sağlam yüzleşirdim. Her yaşın derdi ayrıydı; her şehrin, her kimsenin elleri sırtımda, omuzlarımda dolaşırdı. Sıvazlamazlar, öpmezler; bastırır, iter ve etimi çekerlerdi. Ama vazgeçmezdim mücadelemden, terk etmezdim cepheyi. Çünkü bilir­dim; insan kalbi durduğunda değil, mücadele etmeyi bıraktığında ölür. Bilirdim; kimse bana bir şey vermeyecek, kimse bu elleri silkelemeyecek öfkeyle. Ben de kimseyi kaldıracım yapma niyetin de değildim. Bu yüzden tırnaklarım güçlü olmalıydı. Tırnaklarım kırılır, parmaklarım koparsa dişlerimle tutunurdum bu dağın acı topraklarına.

Eh yalnızdım da gücenik değildim. Kavga, bana tetikte olmayı ve gardı indirmemeyi öğretmişti. Ama biraz fazla öğretmişti galiba. Gerçek bir güzellik gördüğümde ne yapacağımı bilemedim. Bencildim, o güzelliği korumak istedim onu çirkinleştirmek pahasına. Ya avucumda öldü ya kaydı parmaklarımın arasından. Sonra ben hep hikâyelerin kötü kahramanı oldum, ama bir hikâyede yer almış olmak da kâfiydi. İyi anılmanın bir önemi yoktu. Ne de olsa insan, insanı her şekle sokardı gerçeklikten yoksun çıkarımlarla. Bu benim değil, onun kavgasıydı artık. İsterdim bilinmeyi ve iyileştirilmeyi, yine de talep etmezdim. Ağlamayana meme yoktu tabi, ama ağlayana da herkes meme verirdi. Çok sonra anladım; gerçek güzellik, riskli olsa da bir kötünün yanına sokulmak ve onun dönüşmemiş halini keşfetmekti. Tehlikeyi görmek, tanımak; ama savaş stratejisini yaşamak değil, ölümün niteliğini belirlemek adına yapmaktı. Elbet silah taşımak, ama tetiği çekmemekti. Güzellik, korkusuzca yürümekti mayınlarla kaplı arazide. Güzellik, akıl işi değildi. Öyle olsa güzellik değil, rasyonellik olurdu adı. Güzellik, cesur bir kadındı; rasyonellik zeki bir adam. Güzellik, çılgıncaydı; rasyonellik sıkıcı. Rasyonel, güvenli yaşamak; güzellik, kalbin ağzında nefes almaktı. Bu yüzden hayat, rasyonel yaşanmalıydı; insanlar, güzel.

Her şey biterdi tabi,  Cicero’nun da dediği gibi, “her şey bitmek için başlar.” dı. Hegel’in dediği gibi “her tez, anti tezini doğurur.” Du çünkü. Başlangıç kendisiyle getirirdi, daha adı yokken bitişi. Güzellik, çirkinliği davet ederdi elbet. Her şey dönüşürdü, başka iyi ya da kötü bir şeye. Heraklitos’un da dediği gibi "aynı nehirlere girenlerin üzerinden, farklı sular akar" dı. Bütün çirkinlikler, iyilikler, karanlıklar, başlangıçlar ağır ağır tamamlardı değişimini. Algıda öyle ani, aslında öyle yavaş işlerdi ki bu süreç gözle görülemez tüm o küçük detaylar, varlığı reddedilemeyecek anti tezler çıkarırdı ortaya. Güzellik, özdeki tezi bulmak ve eldeki anti tezle harmanlamaktı. Güzellik, sentezden başka bir şey değildi.

Yalnızdım, bundan kendimle konuşurdum. Ana fikrim yoktu, temam yoktu. Yine de en verimli sohbetleri kendimle ederdim. Konu konuyu açardı da hiçbir konu sonuca ulaşmazdı. Zaten sonucu olan da mevzu değildi bunlar, memleketi kurtarıyordum işte. Memleket demişken; bu memlekette insanlar işleri çok zorlaştırıyordu. Her bir insan, bir doğru bellemiş ne olduğunu bilmeksizin sonuna kadar savunuyordu. Daha kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi bilmezken ne bu kadar kesin olabilirdi? Burada her şey muğlak ve tartışmaya açıktı.

Başta herkes sevilmek istiyor, kimse sevmeyi bilmiyor, sevginin ne olduğuna dahi kafa yormuyordu. İçtenlikle söylenen hevesler, tutkuyla aktarılan istekler bir başkasının kibrini besliyordu. Bu yüzden herkes bıraktı şeffaf olmayı, kimisi hiç başaramamıştı. Artık insanların çoğu diğerlerini incitmemek, sevilmek, hor görülmemek için; yalnız kalmamak, zayıf görünmemek adına ve bir gün karşısındaki kişinin işine yarayabileceği düşüncesi ile esas duygularını gizliyordu.

Bu yüzden ya takdir edilir ya büyük bir nefretin dolaylı tümleci olurdum. Ya apaçık, net bir insandım ya da hadsiz bir pervasız. Umursamazdım, eveleyip gevelemeyi sevmezdim. Her soru, cevabını göze almalıydı nihayetinde. Göze alamayan ise eksikliğini örterdi bana saçtığı çirkin laflarıyla. Gülümser ve susardım sadece. Oysa kavga etmeyi çok severdim, ama söylediklerim karşı tarafa geçmiyorsa iletişimi zorlamanın manası yoktu gözümde.

İnsanların çoğu her an değişecek kurallarına sıkı sıkıya bağlıydı. Omurgalı olmak zordu bu çelişkiler dünyasında. Kabalık ile dürüstlük ve içtenlik, cimrilik ile tutumluluk, savurganlık ile cömertlik, kendine değer vermek ile bencillik iç içe geçmiş, mütemadiyen birbirlerinin yerine kullanılıyordu. İnsanlarla azımsanmayacak bir mesafe koymuştum arama, hem kendimi hem onları koruyordum. Kızamıyordum da, çünkü biraz da su gibiydik, döküldüğümüz kabın şeklini alıyorduk. Hem yenilenmeye meyilliydik hem de pislikle dolmaya.


3 Mayıs 2020 Pazar

DOĞRU İNSAN?




Doğru insan değil, doğru zaman vardır. 

İnsanların çoğu aşka inanır ve hatta hayatın tek gayesinin bu olduğunu düşünürler. Kimisi de aşka sadece inanır, ama hayatın gayesi haline ge­tirmez. Her iki durumda da “doğru kişi” diye kavramsallaştırılmaya çalışı­lan ama aslında sıradan bir söz öbeği olan bir şeyin peşine düşülür. Hatta öyledir ki yapılan birçok şey, alınan onca risk, etik değerlerin göz ardı edilmesi, birçok ilişkiyi sonlandırmak (sözde) doğru kişi içindir. Doğru ki­şinin bulunduğu yanılsaması veya bulma ihtimali üstüne bir kumardır.

Peki, “doğru kişi” olarak adlandırılan kişi kimdir, nedir, nasıl biridir?  Buna çok basit ve genellikle kabul gören bir cevap vereceğim; doğru kişi, aşkı sana tattıran, hayatının geri kalanını geçirmek isteyeceğin kişidir. Bu yanıt, kendisiyle çok basit olduğu halde kompleks olarak algılanan başka bir soruyu da beraberinde getirir: Aşk nedir?  Aşkın kendisine kavram ola­rak inanmasam da insanların ‘aşk’ olarak adlandırdıkları hislerle har­manlanmış biyokimyasal süreci tanıyorum. Süreç herkes için aynı işlese de kişilerin tanımlamaları ve ‘aşk’ı algılama biçimleri çeşitlilik gösterir.

Montaigne; “Aşk dediğimiz şey, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değildir. diyerek doyumsuzlukla ilişkilendirmiştir 'aşk'ı. Plautus, erişilemezin güzel olduğunu vurgulayarak “Aşk, elinde olanı değil, elinde olmayanı ister. demiştir.  Eugene Delacroix ise “Aşkı anlatabilmek için yeryüzünde var olan dillerden çok farklı bir dil gerekir. diyerek tanımla­namayacağını ifade etmiştir.  Schopenhauer kadınlarla arası iyi olmadığın­dan mı, bilinmez; “Aşk, insan türünü sürdürmek için bireye kurulmuş tuzak­tan başka bir şey değildir.” demiştir. Belki de Schopenhauer’un kadın­larla arası böyle düşündüğünden iyi olmamıştır.
Nasıl ki ‘aşk’ herkes tarafından farklı algılanıyorsa ‘doğru kişi’ de herkes için farklı anlam ifade eder ve tektir.  Zamanı gelince binlerce olasılık aynı anda gerçekleşir ve iki insan birbirleri için ‘doğru’ olduklarını anlarlar (as­lında zannederler). Sadece bununla ilgili onlarca film yapılmış, yüzlerce söz söylenmiştir.  Hatta çok sıradan hikâyeler, birden tesadüflerle dolu bambaşka destansı bir şeye dönüştürülür. Bir duygu silsilesi örter gerçekli­ğin vakur duruşunu.  O kadar doğrudur ki o kişi; ne tesadüfse hep aynı sa­atte binilen otobüs kaçırılmıştır, ne tesadüfse o gün hiç denenmeyen bir kahve içmek istenmiş, hiç bilinmeyen bir kahveciye gidilmiştir ve bum.  Gerçekten de olağanın dışına çıkmak bize yeni insanlar kazandırabilir ve bu kazandığımız insanlar bizimle son derece uyumlu bir kafa yapısı ve ya­şam şekline de sahip olabilir. O ana kadar hissedilmeyen ne varsa hissetti­rebilir. Tüm bunlar kişiye ‘doğru insan’ı bulduğu yanılsamasını yaşatır. Ama aslında durum, bize sunulan küçük dünyamızda sınırlı lokal çerçeve­lerde cinsiyet faktörünün de dahil edilmesiyle eleyerek ve sürekli bir muka­yese sürecinden geçerek ulaşılabilecek sayılı kişilerden birine rast gelmektir. 

Konuyu daha anlaşılır kılmak için küçük bir matematik yapmak yeterli olacaktır.  2017 yılını ele alalım; 2017’de dünya nüfusu 7,6 milyar civarın­daydı. Ama biz ‘doğru kişi’ yi aradığımız için ihtimal neredeyse yarı yarıya azalıyor. Her heteroseksüel ve homoseksüel birey için cinsiyet faktörü dâhil edilince ‘doğru kişi’nin 3,8 milyar arasında olduğunu söyleyebiliriz. Bu sa­yıdan 15 yaş ve altı çocukları çıkarırsak yaklaşık olarak 2,8 milyar kişi ka­lıyor. Tabi yaş gibi bir kriteriniz varsa 60 yaşın üstünü de çıkarmamız ge­rekecek. Son durumda;  ‘doğru kişi’niz 1,9 milyarlık bir kalabalıkta dolaşı­yor. Bu da demek oluyor ki, o kişiyi bulma ihtimaliniz yaklaşık 2 milyarda 1.

Ankara üstünden örneklemeyle alanı daraltalım; 2017’de Ankara nüfusu yaklaşık 5,5 milyon. Bunun 1,2 milyonu 14 yaş ve altını oluştururken 460 bin civarı da 65 yaş ve üstünü oluşturuyor, kadın-erkek oranı hemen hemen yarı yarıya. Kabataslak bir hesapla eğer şanslıysanız ‘doğru kişi’niz yolda yürürken karşılaşabileceğiniz size kalan bu 2 milyon kişi arasında olabilir; tabi ‘aşık olacağınız doğru kişi’ için kafanızda yığınla kriter yoksa.  Zira ‘aşk’ engel tanımaz, sınırlanamaz, hatta bazen etiği ve gururu yok sayar.  O; “evli olmasın, boşanmış olmasın, çocuğu olmasın, eğitimli olsun, bıyıklı olmasın, kısa olmasın vs.” gibi uzayacak materyalist gerekçelerle oluşturu­lan bir eleme sistemi değildir, değil mi?

‘Doğru kişi’ niz şu an Hindistan’da bir ineğe tapınıyor olabilir, Hollanda’da esrar içiyor olabilir, Fransa’da dans dersine yetişmeye çalışıyor olabilir, Arjantin’de şoför olabilir, Afrika’da dileniyor bile olabilir.  

Doğru kişi herkesin bulabileceği, ama abartıldığı için karmaşıklaştırıp bü­yülü bir şey haline getirilen bir konudur. Doğru kişi değil, kişiler vardır ve biz aralarından en makul olanıyla birlikte oluruz. Sevebileceğiniz, tutkuyla bağlanabileceğiniz, anlaşabileceğiniz,  sürekli yan yana olmak isteyeceğiniz birçok kadın ya da erkek olabilir. Hayatın kala­nını geçirmek isteyeceğiniz kişiyi, çoğu zaman bunları yaşatan kişinin doğru yaş aralığına denk gelmesi belirler.

Sınırlarımız çoktan çizilmiş; kendi kurallarımızı, kültürel belleklerimizi, prensiplerimizi, kriterlerimizi aşamıyoruz bile. Deneme-yanılma yoluyla sürekli teste tabi tutuyoruz hayatımıza giren insanları. Çok küçük, çok ince delikleri olan bir süzgecimiz var; hiçbir şey akıp gitmiyor suyla. Süzgeçte kiri az olanları, testleri geçenleri, kriterlerinizi karşılayanları doğru kişi sanıyorsunuz, hepsi bu. Doğru kişi diye kodladığınız insanı; içinde bulun­duğunuz dönem, içinde bulunduğunuz şehir seçiyor aslında. Doğru kişi diye bir şey yok bu yüzden, sadece doğru zaman var.

Yoksa siz hala bir elmanın iki yarısının her zaman aynı dili konuşması ge­rektiğini mi düşünüyorsunuz? 

30 Nisan 2020 Perşembe

ÖĞRENMEYE ÖVGÜ





Illustrations Stock Photos, Illustrations and Vector Art | Depositphotos®

Pek az insan başkalarının deneylerinden yararlanmayı bilecek kadar akıllıdır.
F. M. AROUET VOLTAIRE


Bize, yaşam alanımıza dolaylı ya da doğrudan bir şekilde dâhil olan herkes,  bize hiçbir şey öğretmese bile onun gibi bir insanla anlaşamayacağımızı öğretir. Bu yüzden yaşanan her acıdan, unutulan her anıdan hatırlanması gereken bir ders, sevilmesi gereken bir tecrübe çıkarıldığı ve edinildiği söylenir. Önemli olan, her zaman, ders almak ya da tecrübe edinmekten ziyade onları ilerleyen süreçte, hayatımızın geri kalanında hangi noktalarda kullanacağımızı bilmektir. Bu aslında bir bakıma oyun oynamak gibi. Hiç bilmediğimiz bir oyunu oynarken birinci seviyeyi sürekli tekrar ederiz. Birinci seviyeyi aşıp ikinci seviyeye geçtiğimizde yine zorlanırız, ikinci seviyeyi anlayana kadar birkaç kere başa sararız, ama birinci seviyede oyunu öğrendiğimiz için ilk baştaki kadar zorlanmayız. Böyle böyle tekrar eder. Seviye arttıkça oyun daha çok zorlaşmasına rağmen öncekilerde öğrendiklerimizi kullanarak rahatça ilerleriz. Hayat da böyledir işte, ama ne yazık ki önceki seviyelerde öğrendiklerimizi bazen tamamıyla unutur ya da göz ardı ederiz. Çünkü yaşımız kaç olursa, öğrendiklerimiz ne kadar büyük olursa olsun, yaşadıklarımızın ağırlığı ruhumuzdan izlerini silmemişse de deneme ve yanılmanın heyecanını tatmak isteriz.

Ben bunu hayatıma giren, benimle duygusal paylaşımda bulunan herkeste yapmaya özen gösterdim. Bilerek ve isteyerek çelme taktım kendime. İnsanlara hiç güvenmememe rağmen kapılarımı sonuna kadar açtım; kendimi, içimi sonuna kadar açmadım, ruhumu tamamıyla göstermedim belki. Ama kapılarımı açtım. Benden istedikleri şeyi talep edebilirlerdi, ne zaman yardım isteseler orada olurdum. Ne zaman başları sıkışsa orada olurdum. Çünkü benim için hayatımın köşelerine çarpan, çizgilerinde gezinen herkes içine girmese de bir şekilde değerliydi. Benim canımı yakmadıkları sürece değerli kalacaklardı, nihayetinde Schopenhauer’u seviyordum ve canlarımı yaktıklarında benim için hiçbir şey eskisi gibi olmazdı. Ama bana dokunmadıkları müddetçe katbekat iyi olacaktım.



Hayatıma aldığıma insanlardan birisi bana öpüşmeyi öğretti, diğeri yalan söylemeyi öğretti, bir başkası kaçmayı öğretti, bir başkası tavla oynamayı, bir diğeri ise bilardo oynamayı öğretti. Bir başkası notaları öğretti, bir başkası saksafonun ne kadar güzel bir enstrüman olduğunu, bir başkası kulaç atmayı bir diğeri ise sigara içmeyi öğretti. Bir başkası hissetmeyi ve sevmeyi öğretti, bir başkası dünyadaki en iyi gitaristleri öğretmeyi denedi. Bir başkası sevgiden daha yüce bir duygu olmadığını anlattı, bir başkası tecrübelerimden ders çıkarmam gerektiğini, bir diğeri ise sevişmeyi öğretti. Ama hiçbiri hayatımda bıraktıkları izlerin farkında değildi, hepsi silinip gideceklerini biliyorlardı. Öyle de oldular. Ama onların bana öğrettikleri yıllardır benimle ve hayatım boyunca da benimle olacaklar. Her öğrendiğim, aslında hiçbir şey bilmediğimi gösteriyordu bana. Her insan hayatımda küçük nüanslar yaratarak gidiyordu benden.  Bu yüzden her başlangıcı, her terk edilişi sevdim. Her bir tutku, her bir acı; benim bile keşfedemediğim yanlarıma dokunuyor, bu ıssız labirente küçük, ama işe yarar ipuçları bırakıyordu.

Ancak ne yazık ki ben onlara pek bir şey öğretemedim. Çabalamadığımdan değil; onlara İspanyol filmlerini, dans etmeyi, Şükrü Erbaş’ı, Scorpions şarkılarını ve nice sevdiğim, bildiğim şeyi öğretmeyi çok denedim. Bazıları öğrendi, çoğunluğu öğrenmedi. Genellikle öğrenen bendim; çünkü genellikle öğrenmeye hevesli, ortak nokta bulmaya çalışan taraf bendim. Bunu, o insanlar hayatımdan çıkmasınlar diye değil; “Bunu öğrenmemden ne çıkar?” diye düşündüğümden yaptım. Çünkü hayatıma kattığım; uygunsuz, önemsiz, sıradan nasıl olursa olsun edindiğim her şey benim için kıymetliydi. Annem küçüklüğümden beri “Hırsızlık bile olsa öğren de unut.” derdi çünkü. Bu yüzden öğrenmenin değerini biliyordum.

Öğrenmek birisini tanımaktı, öğrenmek bir şey keşfetmekti; öğrenmek başka dünyaya açılan bir kapıydı. Öğrendiğim şey; bana yeni öğrenilecek şeyler kazandırır, yeni bir şey öğretecek insanlarla tanışmamı sağlardı çünkü. İşte böyle büyüdüm. Her şey ilk adımımla, ilk öpüşmemle başladı ve sonra geri kalan her şeyi yavaş yavaş öğrendim. Bu yüzden ilişkiler her zaman sadece bir ilişki değildir. İlişkiler bizi hayata hazırlayan ve bize farkında olmadan yığınla edinim sağlayan anılar bütünüdür. Önemli olan içinde bulunduğun ilişkiyi kendin için nasıl bir etkileşim haline getirdiğindir.  Eğer ilişkiyi yönetemezsen onun sana kazandırdıklarıyla yetinirsin, eğer ilişkiyi yönetebilirsen o ilişkinin sana ne kazandırabileceğini araştırırsın, ama eğer ilişkiyi yönetemezsen ve herhangi bir şey de keşfedemiyorsan siktir olup gitmen gerekir.

8 Nisan 2020 Çarşamba

TOZ




Küçük bir an içine her şeyi sığdırdım
Kimi zaman kendimi bile uzakla
ştırdım
G
üzel şeyler çabuk ölür, çürür, gider
Beklentiler, seni kendi bataklı
ğına çeker

Umarım bur’da tozum bile kalmaz
Umarım beni kimse hatırlamaz

Tuhaf bir an, derine bir sırdı sakladım
Ço
ğu zaman yaşadığımı unutmaya çalıştım
Hayaletler, hep ayn
ı döngüde gezer
Baz
ı şeyler, seni mezara kadar takip eder

Umarım bur’da tozum bile kalmaz
Umarım beni kimse hatırlamaz…

Olmaz dediklerim,
Daha
ş
imdiden eskidi
Bütün o çaba, anlamını yitirdi

Ellerimi kâğıdın üstünde gezdiriyorum, sözlerime nasıl başlayacağımı bilmiyorum bile. Tek bildiğim içimde sonu bulmayan bir acı olduğu. Hayatım ne kadar yolunda giderse gitsin bitmeyen bir acı. Sebebini bilmediğim, orijinini keşfedemediğim, her ufak sorunda üstüme çullanan ve aslında hep orada olduğu halde bir gelişinde pir gelen,  saatlerce peşimi bırakmayan, beni iliklerime kadar ele geçiren sonsuz bir acı. Fenomen değil.  Sebebi yok, çaresi yok. Sadece kendisi var. Hayatımın her anında benim yanımda olan, bana herkesten, her şeyden daha yakın bir acı. Omuzlarımda bazen seve seve taşıdığım, bazen defolması için saatlerce kendi kendime konuştuğum bir acı.

Hayatım boyunca kendimi bir şeyleri anlamaya adadım, en başta kendimi. Davranışlarımın altında yatan sebepleri aradım, çocukluğuma indim, geleceğime gittim. Sonsuz acının nereden geldiğini ve beni nereye götüreceğini keşfetmek için çıktığım her yolculuk zorlu oldu. Dahası kendime ayna tutacak birsürü şey buldum. Hiçbirindeki yansıma beni tatmin etmedi. Kendimle her buluştuğumda o şeyi reddettim. Kendini sevmekten ve tanımaktan öyle yoksundum ki inkâra sığındım her seferinde. Bir süre sonra “o şey ben miyim, sadece inkâr mı ediyorum” sorusunun cevabı silikleşti.

“Seni anlıyorum” deyip ellerimi avucuna alan insanlara büyük bir tebessümle cevap verdim. Onlar bunun bir sembol olduğunu anlamadılar. Çaresizliğin ve kimsesizliğin büyük bir sembolüydü bu. Gözlerimi ovuşturduğumda canımın yandığını sananlar gülümserken acının en derinini yaşadığımı fark edemediler. Gözyaşları birsürü zırvalığın sebebiyken en derin acılar, boşlukta bir tebessümün konusu olurlar. Ve ben insanlar içinde sürekli gülerken yastığımın ucunda ağlardım. Yastığımın ucu hep daha güzeldi. 


Birsürü insan var etrafımda, dolaşıp duruyorlar aylak aylak. Hepsi tuhaf ve yabancı. Bense kocaman bir boşlukta süzülüyorum. Öyle büyük ki boşluk, geçtiğim bir noktadan bir daha geçmiyorum.  Ama hep aynı insanları görüyorum. Korkak insanları, fırsatçıları, abartanları, iyi geçinenleri, basit zevkleri olan insanları ve bana dokunmayı çalışanları. Herkes nasıl da aynı bunca kalabalık arasında. Hatalar güzeldir, hataları severim. Bunlar hata değil, bunlar kötülük. Bunlar bilinçsizce yapılan şeyler değil, bunlar bile isteye harekete geçirilen eylemler. Akılları çalışıp da akılsız gibi davranmayı tercih edenler bunlar; en korkunçları, en tehlikelileri. Bense kendini akıllı sanan bir akılsız, bir hata. Baştan aşağı bir hata. Yanlışlıkla ortaya çıkmış, bunu engellemek için de her şeyi denemiş bir hata. Kendisini birkaç hafta daha içerde bırakıp imha etmeye çalışmış başarılı olamamış, zorla dünyaya atılmış koca bir hata.

Kim olursa olsun onların çirkin yüzlerini hafif ya da ağır şekillerde anlık da olsa bir gün gördüm. Onların korkak, fırsatçı yüzlerini. Bir insanla sorun yaşayıp ona anlık sinirlenince yine anlık olarak korkunç duygular beslemeye başladım, ama bu öfke birkaç saat, birkaç gün, birkaç ay sonra geçip gitse bile içimde oluşan korkunç duyguların ufacık bir kısmı kaldı ve eskisi gibi olamadım bir türlü. Belki de insanlarla aramı açan şey de hiçbir şey olmamış gibi hayatıma devam etmeme rağmen içimde hissettiğim bu artık duygulardı. Çöpe atılması sıkıca ağzı bağlanıp kat kat poşetlere sarılması gereken bu duygular çöpe asla atılmadı, atılamadı. Ne kapıcı geldi, ne de ben dışarı çıktım. Çöpler üst üste bindi, kokuşup bakteri üretmeye başladı ve ben içerde bir yerlerde çürüdüğümü hissediyordum. Eskidiğimi, kokuştuğumu ve çirkinleştiğimi… Hangisinin önce başladığı ise bir muamma. Çirkinliklerim içimden dışarı taşmaya başladığında mı onlarla aram açıldı, yoksa onlarla aram açıldığı için mi çirkinleştim; hiçbir fikrim yok. Ama birbirlerini besledikleri aşikâr.

Hiçbir şeye gücüm yok, artık yazmaya bile üşeniyorum. Öyle ki artık yazdıklarım bile dümdüz basit cümlelerle bezenmiş bir yığın, hayatım gibi. Konuşur gibi, ağzıma ne gelirse yazıveriyorum. Hâlbuki böyle olmasını istememiştim. Artık öfkelendiğimde sadece boş boş bakıyorum, onlardan biriyle tartışıyorsam konuyu saptırmadan, uzatmadan “tamam” diyorum. Yeter ki sussun. Ses istemiyorum, gürültü hiç istemiyorum. İyi ya da kötü bir hareket istemiyorum. Sıradanlaşabilir her şey aniden, yok olabilir de; ben yine öylece bakmaya devam edeceğim ne de olsa. Ne de olsa çabam, bağırmalarım, gülüşlerim, yoruluşlarım bir yok oluş diyarında süzülüyor. Seni ‘sen’ yapan ne varsa onlar da çekip gidiyor birer birer. Kendini bile tanıyamaz oluyorsun. Herkesi itiyorsun, kendinle birlikte. Hem de öyle birer birer, aşamalı olarak da değil; topyekûn ve kökten itiyorsun. 

Tüm gün yaşadığın gerginlikleri gökyüzüne bakıp sigaranı yukarı üflediğinde atıyorsun belki dumanla birlikte içinden. Ama hayatındaki gerginlikleri oradan oraya taşıyorsun cebinde. Öyle sakin sakin de taşımıyorsun, varlığını unutup kaybettiğini sandığın bir şey olmuyor hiç. Aksine, yürürken ellerin cebinde hep, parmaklarının arasında yuvarlıyorsun onları.

Bazen birinin elini tutmak için çıkarıyorsun; yaşlı, genç, kadın, erkek. Kim seni iyileştirmeye geldiyse, kim kalbine dokunmaya çalıştıysa ona işte. Çıkarıyorsun elini cebinden, dertlerin parmaklarının arasından kayıp cebinin derinliğine gömülüyor. Cebin de delik değil ki akıp gitsin yürüdüğün sokaklara. Ama olsun bazen ellerin başka ellerle birleşince dertler gömülüyor cebinin derinliğine, kısa süreliğine de olsa unutur gibi oluyorsun. Ondandır ki tutacak bir el arıyorsun boşlukta. Yine de biliyorsun; avuç çizgilerini ezberlemiş parmaklar da, şöyle tırnağının ucuna dokunup soğuk diye çekilen bir el de dertlerini parçalamıyor, cebinden çıkarıp fırlatmıyor onları sokağa. O sadece abartıp fırsatları değerlendiriyor, sonra da korkuyor gördüğü şeyden. Yalnızca yanılsamanı yaşatıyor, ardından da çekip gidiyor. Sen de gülümsüyorsun iç çekip elini tekrar cebine koyarken. Eh kızamıyorsun da; sen çıkardın mı sanki onun cebindekileri? Belki biraz da ekledin. Kim haklı, kim suçlu tartışmanın lüzumu var mı? Bir şeyler oluyor ve bitiyor, bu kadar işte.