-her el, bir var-
Herhangi siyasi ve dini gönderme içermemektedir.
Hangi
aşılmaz köprülerden geçeriz şu hayatta, hangi uzakları yakın kılar, hangi
çirkinliği alt ederiz, hangi duvarları yıkar, neler inşa ederiz? Her şeyi
değiştiririz zamanla, ne savaşlardan galip çıkar, ne çok beyaz bayrak çekeriz.
Bazen zaferizdir, bazen mağlubiyet.
Korkularımız
var. Her gün yığınla şeyden kaçıyor, her gün yığınla şeye sırtımızı
çeviriyoruz. Omuz silkiyoruz
durmaksızın, inkâr ediyoruz. Yaklaşmakta olana kör kesiliyoruz, yok saymayı ‘yok
etmek’ sanıyoruz.
Düşman,
tanımadan alt edilemeyeceği gibi düşmanla çarpışmadan da zafer elde edilemez. Ayak
izlerimizi bıraktığımız toprak parçasından cepheye kaçıp saklanıyor, düşmanı
yenmiş olmayı ümit ediyoruz. Cephanemiz tam, ama atağa geçmiyoruz. Öyle çok kaçıyoruz ki; düşman, tüfeğini
başımıza yasladığında bile gözlerimizi kapatıp onu görmeyi reddediyoruz. Bir açsak
gözlerimizi, yeneceğiz . Ama açmıyoruz, çünkü cesaretimiz yok kendi içimizdeki düşmanla
yüzleşmeye.
Aldanışlarımız
var. Güzelliğe muhtacız, her gün yanılsamaları hakikat belliyoruz. Hayalimize bir form yaratıp var ettik
sanıyoruz. Sanrılar, sancılarımızı tetikliyor. Sonra hayallerimizi suçluyoruz,
aslında olmayan, bizim anlam yükleyip
binlerce kez yıkıp baştan yarattığımız o formu. Kendimizi azarlamayı
unutuyoruz, hep başka bir kimseyi sanık kılıyoruz adaletten yoksun
mahkememizde.
İnsanlar
sever başlarına gelen her aksi olayda Tanrı’yı ve başkalarını suçlamayı. İnsanız
ya -artık bu ne demekse- durmadan kin kusuyor, kendimize olan kızgınlığımızı
başka varlıklara ve kimselere yükleyince acımız hafifler sanıyoruz. Hafiflemiyor.
Tutkularımız
var; peşinden koşmayı bırak, emeklemeye cesaret edemediğimiz tutkularımız.
Tavşanız, ama kaplumbağa gibi davranmayı akıl bile edemiyoruz. Sabır
göstermiyor, emek harcamıyor; ama hep istiyoruz. Her sabah başlıyor, her gece
pes ediyoruz. Tutkularımızı hayata geçirdiğimiz ölçüde kendimizi
gerçekleştirmiş oluruz; ama hissetmiyor, inanmıyoruz. Bedel ödemek istemiyor,
ödün vermeye korkuyoruz. Tutku yücedir, ibadet etmiyoruz.
Acılarımız
var. Hem de ne acılar. Düşüyoruz, kayalıklardan yuvarlanıyoruz. Her yanımız
yara bere içinde acılarla kıvranıyoruz kimsesiz, ıssız bir diyarda. Ne kadar
bağırsak da desibelimiz yetmiyor sesimizi duyurmaya. Çığlıklarımız havada asılı
kalıp süzülüyor. Yığılıp kalıyoruz ansızın, kanımız ağaç köklerine hayat
veriyor, saçlarımız toprakla karışırken.
Yaralarımız pıhtılaşmayınca anlıyoruz; ya ölürüz burada ya yeniden ayağa
kalkarız. Kalkıyoruz, öyle birden doğrulamıyoruz. Önce sürünüyor, sonra dizlerimizin
üstünde yükseliyoruz. Ama vahşi bir hayvanın aç gözlerini görene dek
koşamıyoruz. Tehlike, bizi canlı kılıyor. Ne kadar acı yaşarsak o kadar
öngörülü oluyoruz bu yüzden. Zamanla düştüğümüz yerden daha hızlı kalkmayı
öğreniyoruz. Tecrübelerimiz bizi güçlendiriyor, güçlendikçe anlıyoruz; şu
hayatta üstesinden gelinemeyecek şey yok. Her şey aşılıyor; tüm acılar geçiyor
ve tüm yaralar kapanıyor. İzleri kalıyor, ama parmağımızı yara izimizin üstünde
gezdirip gülümsüyoruz. Çünkü biliyoruz: Yara izimiz ne kadar çoksa o kadar
yenilmez oluyoruz.
Beklentilerimiz
var; hak etmeden hak saydığımız beklentiler. Hadsiziz. Tohumken çiçek açtık sanıp
daha çok görülmek, koklanmak istiyoruz. Toprağın altında kendimize bakınca pek
bir büyüğüz sanıyor, arsızca sevilmek istiyoruz bir de. Biraz büyüyünce
balkonun en güzel köşesine konulmayı bekliyoruz, hak etmişiz gibi. Gerçekten
çiçek açıp balkonun en güzel köşesinde sevilen bir bitki olduğumuzda ise
küsüyor ve büyümeyi bırakıyoruz. Sonra da soluyoruz. Kibrimiz, ölümümüz oluyor. Kendimize dair bir
farkındalık oluşturmadığımız gibi hak edenleri haklarımızı çalmakla suçluyoruz.
Anılarımız
var. Her biri başka bir hatırayı doğuruyor. Bir anı başka bir anıya yataklık
yapıyor, çoğalıyor ve bizi oluşturuyor. İçinden geçerken şaşalı ışıkların
büyüsüne kapılıp önümüze bakmayı unuttuğumuz uzun bir koridor gibi her biri,
koridorun sonuna varıp arkamızı döndüğümüzde ışıkların o kadar da aydınlık olmadığını
fark ediyoruz. Kimi zaman da hayvan
leşleriyle dolu pislik bir tünel gibi, tünelin sonunda kafamızı geriye
çevirdiğimizde aralarında hala hayatta olan canlılar olduğunu görüyoruz. Yoğunluğuna
kapılıp sürükleniyor, ancak dışına çıktığımızda ne anlama geldiğini anlıyoruz.
Fikirlerimiz
var; düşünmeden, okumadan edindiğimiz fikirler. Durmaksızın savunduğumuz, ama
onu neyin oluşturduğunu bilmediğimiz bir yığın çöplük. Biri çöpleri kaldırmaya
kalkıştığında nedenini sormadan onu kovuyor, çöplüğümüzü cennetimiz belliyoruz.
Kimse sormadan bu sözde cennetimizi herkese gösteriyor, midelerini
bulandırıyoruz. Suratını ekşitenin suratına bakmıyoruz. Bu sığ, hastalıklı fikirler
bizi kokuşmuş bu çöplüğe mahkûm kılıyor; öyle kaplıyor ki kafamızı, farklı bir
yaşam şekli olduğunu bile fark etmiyoruz. Parmağıyla farklı alanları işaret edenlerin
parmağını kesiyoruz. Bizim dışımızdaki her şeyi yanlış kabul ediyor, eleştirildiğimizde
saldırmaya başlıyoruz.
Hayatımız
var; kıymetini son nefeste anlayacağımız bir hayat. Nasıl yaşanacağını, yaşarken
öğrenmeye zorunlu kılınıyoruz; kolaymış gibi. Bu yüzden yaşamayı bir türlü beceremeyip
yıllarımızı nice yakınmayla heba ediyoruz. Defalarca son vermeyi düşünüyor, hep
vazgeçiyoruz. Tek kurşunu kafamıza sıkmak istemiyor, ama öte yandan emniyeti hep
kapalı tutuyoruz. Bir ömür, sonunda, binlerce çaba ve mücadeleye eş değer
oluyor; her gün yavaş yavaş yitiyoruz. Bize sorulmadan verildiği gibi hiçbir
sorumuza da yanıt alamadığımız bir hayatımız var. Sonunda, bir ömür bir cevaba
mal oluyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder