22 Mayıs 2020 Cuma

VAR






-her el, bir var-


 Herhangi siyasi ve dini gönderme içermemektedir.

Hangi aşılmaz köprülerden geçeriz şu hayatta, hangi uzakları yakın kılar, hangi çirkinliği alt ederiz, hangi duvarları yıkar, neler inşa ederiz? Her şeyi değiştiririz zamanla, ne savaşlardan galip çıkar, ne çok beyaz bayrak çekeriz. Bazen zaferizdir, bazen mağlubiyet.

Korkularımız var. Her gün yığınla şeyden kaçıyor, her gün yığınla şeye sırtımızı çeviriyoruz.  Omuz silkiyoruz durmaksızın, inkâr ediyoruz. Yaklaşmakta olana kör kesiliyoruz, yok saymayı ‘yok etmek’ sanıyoruz.  

Düşman, tanımadan alt edilemeyeceği gibi düşmanla çarpışmadan da zafer elde edilemez. Ayak izlerimizi bıraktığımız toprak parçasından cepheye kaçıp saklanıyor, düşmanı yenmiş olmayı ümit ediyoruz. Cephanemiz tam, ama atağa geçmiyoruz.  Öyle çok kaçıyoruz ki; düşman, tüfeğini başımıza yasladığında bile gözlerimizi kapatıp onu görmeyi reddediyoruz. Bir açsak gözlerimizi, yeneceğiz . Ama açmıyoruz, çünkü cesaretimiz yok kendi içimizdeki düşmanla yüzleşmeye.

Aldanışlarımız var. Güzelliğe muhtacız, her gün yanılsamaları hakikat belliyoruz.  Hayalimize bir form yaratıp var ettik sanıyoruz. Sanrılar, sancılarımızı tetikliyor. Sonra hayallerimizi suçluyoruz, aslında olmayan,  bizim anlam yükleyip binlerce kez yıkıp baştan yarattığımız o formu. Kendimizi azarlamayı unutuyoruz, hep başka bir kimseyi sanık kılıyoruz adaletten yoksun mahkememizde.

İnsanlar sever başlarına gelen her aksi olayda Tanrı’yı ve başkalarını suçlamayı. İnsanız ya -artık bu ne demekse- durmadan kin kusuyor, kendimize olan kızgınlığımızı başka varlıklara ve kimselere yükleyince acımız hafifler sanıyoruz. Hafiflemiyor.

Tutkularımız var; peşinden koşmayı bırak, emeklemeye cesaret edemediğimiz tutkularımız. Tavşanız, ama kaplumbağa gibi davranmayı akıl bile edemiyoruz. Sabır göstermiyor, emek harcamıyor; ama hep istiyoruz. Her sabah başlıyor, her gece pes ediyoruz. Tutkularımızı hayata geçirdiğimiz ölçüde kendimizi gerçekleştirmiş oluruz; ama hissetmiyor, inanmıyoruz. Bedel ödemek istemiyor, ödün vermeye korkuyoruz. Tutku yücedir, ibadet etmiyoruz.

Acılarımız var. Hem de ne acılar. Düşüyoruz, kayalıklardan yuvarlanıyoruz. Her yanımız yara bere içinde acılarla kıvranıyoruz kimsesiz, ıssız bir diyarda. Ne kadar bağırsak da desibelimiz yetmiyor sesimizi duyurmaya. Çığlıklarımız havada asılı kalıp süzülüyor. Yığılıp kalıyoruz ansızın, kanımız ağaç köklerine hayat veriyor,  saçlarımız toprakla karışırken. Yaralarımız pıhtılaşmayınca anlıyoruz; ya ölürüz burada ya yeniden ayağa kalkarız. Kalkıyoruz, öyle birden doğrulamıyoruz. Önce sürünüyor, sonra dizlerimizin üstünde yükseliyoruz. Ama vahşi bir hayvanın aç gözlerini görene dek koşamıyoruz. Tehlike, bizi canlı kılıyor. Ne kadar acı yaşarsak o kadar öngörülü oluyoruz bu yüzden. Zamanla düştüğümüz yerden daha hızlı kalkmayı öğreniyoruz. Tecrübelerimiz bizi güçlendiriyor, güçlendikçe anlıyoruz; şu hayatta üstesinden gelinemeyecek şey yok. Her şey aşılıyor; tüm acılar geçiyor ve tüm yaralar kapanıyor. İzleri kalıyor, ama parmağımızı yara izimizin üstünde gezdirip gülümsüyoruz. Çünkü biliyoruz: Yara izimiz ne kadar çoksa o kadar yenilmez oluyoruz.

Beklentilerimiz var; hak etmeden hak saydığımız beklentiler. Hadsiziz. Tohumken çiçek açtık sanıp daha çok görülmek, koklanmak istiyoruz. Toprağın altında kendimize bakınca pek bir büyüğüz sanıyor, arsızca sevilmek istiyoruz bir de. Biraz büyüyünce balkonun en güzel köşesine konulmayı bekliyoruz, hak etmişiz gibi. Gerçekten çiçek açıp balkonun en güzel köşesinde sevilen bir bitki olduğumuzda ise küsüyor ve büyümeyi bırakıyoruz. Sonra da soluyoruz. Kibrimiz,  ölümümüz oluyor. Kendimize dair bir farkındalık oluşturmadığımız gibi hak edenleri haklarımızı çalmakla suçluyoruz.

Anılarımız var. Her biri başka bir hatırayı doğuruyor. Bir anı başka bir anıya yataklık yapıyor, çoğalıyor ve bizi oluşturuyor. İçinden geçerken şaşalı ışıkların büyüsüne kapılıp önümüze bakmayı unuttuğumuz uzun bir koridor gibi her biri, koridorun sonuna varıp arkamızı döndüğümüzde ışıkların o kadar da aydınlık olmadığını fark ediyoruz.  Kimi zaman da hayvan leşleriyle dolu pislik bir tünel gibi, tünelin sonunda kafamızı geriye çevirdiğimizde aralarında hala hayatta olan canlılar olduğunu görüyoruz. Yoğunluğuna kapılıp sürükleniyor, ancak dışına çıktığımızda ne anlama geldiğini anlıyoruz.

Fikirlerimiz var; düşünmeden, okumadan edindiğimiz fikirler. Durmaksızın savunduğumuz, ama onu neyin oluşturduğunu bilmediğimiz bir yığın çöplük. Biri çöpleri kaldırmaya kalkıştığında nedenini sormadan onu kovuyor, çöplüğümüzü cennetimiz belliyoruz. Kimse sormadan bu sözde cennetimizi herkese gösteriyor, midelerini bulandırıyoruz. Suratını ekşitenin suratına bakmıyoruz. Bu sığ, hastalıklı fikirler bizi kokuşmuş bu çöplüğe mahkûm kılıyor; öyle kaplıyor ki kafamızı, farklı bir yaşam şekli olduğunu bile fark etmiyoruz. Parmağıyla farklı alanları işaret edenlerin parmağını kesiyoruz. Bizim dışımızdaki her şeyi yanlış kabul ediyor, eleştirildiğimizde saldırmaya başlıyoruz.

Hayatımız var; kıymetini son nefeste anlayacağımız bir hayat. Nasıl yaşanacağını, yaşarken öğrenmeye zorunlu kılınıyoruz; kolaymış gibi. Bu yüzden yaşamayı bir türlü beceremeyip yıllarımızı nice yakınmayla heba ediyoruz. Defalarca son vermeyi düşünüyor, hep vazgeçiyoruz. Tek kurşunu kafamıza sıkmak istemiyor, ama öte yandan emniyeti hep kapalı tutuyoruz. Bir ömür, sonunda, binlerce çaba ve mücadeleye eş değer oluyor; her gün yavaş yavaş yitiyoruz. Bize sorulmadan verildiği gibi hiçbir sorumuza da yanıt alamadığımız bir hayatımız var. Sonunda, bir ömür bir cevaba mal oluyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder