Kendim kendimi anlamadı, sen de anlamayacaksın. Demem o ki okuma, vakit kaybı.
Bu
koca şehirde yapayalnızdım. Yine de bu sokaklar bana dar gelirdi. Bıkmıştım
aynı yolları farklı şekillerde yürümekten. Hep mi aynı ağaç giyinip soyunurdu
şu köşede, hep mi aynı adam sigarasını içerdi kaldırım üstünde? Hep aynı
çocuklar mı toplardı çöpleri, yoksa bana mı aynı gelirdi? Detayları severim, bu kez atlamış mıydım her
gün yaşarken aynı günü? Kaldırım
taşlarını mı saymıştım sadece, hep mi saate bakmıştım yürürken? Hâlbuki severim
etrafıma baka baka yürümeyi.
Şimdilerde
pek çok şey değişti. Değişmeyen tek şey, yine yalnızlığım oldu. Sizler
kalabalık masanın bir üyesi olacak incelikteydiniz, çat kapı gelen dostlarınız
vardı. Eksik yanlarınızı usulca örtecek bir nineniz vardı belki. Size
bağırmayan bir babanız? Ben sizin evlerinizin saatlik misafirleri olur, yine
kaygan zeminli balkonunuza çıkar, sigaramı içerdim. Ben sizin kötü yanınızdım,
ben sizin “Haline şükret” inizdim. Ben size, acımla keyif verirdim. Üzülürdünüz
elbet, ahlanıp vahlanırdınız. Ama şükür kıyasınız ederdiniz beni. Olsun, yemekleriniz
güzeldi. Niyetiniz de elbet.
Hak
yemem ben, sizler iyi insanlardınız. Adalet mühimdir, her şeyde ölçülü olmayı
bilmek gerek bu hayatta. Teoride güzel işlerdi aklım, ama söz konusu kendim,
kendi eylemlerim olunca yerle yeksan olurdu her şey. Ölçüyü kaçırırdım
severken, sevişirken, koşarken, dururken bile.
Öyle çok dururdum ki nice trenler geçerdi önümden, nice mevsim açar
sönerdi istasyonda. Ölçülü olduğum zamanlar da oldu elbet. Hayatımdaki tek tük
iyiliği o zamanlara borçluyum.
Ne
diyordum? Yalnızdım işte boylu boyunca. Bir ince battaniyeye uzanmış
bornozumla, sigaramı içiyordum yine. Saçlarımdan su damlaları düşüyordu
parkeye. Sere serpe uzanmış göğüslerime, hareketsiz bacaklarıma bakıyordum. Bu
beden, benim miydi? Bu kaburgalar, bu nefes, durmadan alçalıp yükselen gövdem
bana mı aitti? Ben istememiştim ki bunlarla bütün olmayı. E öyleyse?
Bazı
adamlar, bu bedeni öperken kendinden geçmişti. Bu ten, yumuşak ve pürüzsüzdü;
hep sevmişlerdi. Çelimsiz, naif bir kadın bedeni gibi de değildi oysa. Bu
bedende kas ve kemik vardı yığın yığın. Uzun damarlar görünürdü çatlamış
ellerin, beyaz bileklerin ardında. Bir et geriliydi üstüne. Öyle bir etti ki
sıyrılıyordu. İnsansam eğer ben, insan bu kadardı işte.
Ya
o adamlar, neredeydiler şimdi? Sahi, kötüydüm ben. Kötüler arzu edilir, ama
sevilmezlerdi.
Tabi
ya, yalnızdım ben. Ama kalabalık olmak da istemiyordum. Bir, çok az; iki, çok
fazlaydı benim için. Yine de ne bu yüksek, büyük eve sığardım ne de sürekli
koşan bu şehre.
Şimdilerde
her şey değişti. En izbe kimliğimi, sınırlarımı ve sınırsızlığımı, bedenimi
keşfettiğim bu şehir, bedenim kadar
yabancıydı artık bana. Ben ayaktaydım, ben masada yazı yazıyordum, ben aynaya
bakıyordum, ben soyunuyordum ve tüm bunları uzanırken yapıyordum. Ya delirmiştim
ya ruhum bedenimden taşıyordu artık.
Ben
kimdim? Beni ne ‘ben’ yapıyordu. Bir insan nasıl kendisi olabiliyordu? Bunca
benlikten kaçı, kendisinin sandığı kişi olup olmadığından emindi? Beni
oluşturan her şey, aslında hiçbir şeydi. Nasıl bu kadar aciz, bu kadar basit
yok olabilecek bir varlıkken benliğimi hissedebilirdim?
Komodinin
üstündeki çakmaktan, kalemlikteki makastan, duvardaki tablodan ne farkım vardı?
Onlar gibi birden ve keskin bir biçimde yok oluyorsam ne farkım kalıyordu bir
nesneden? Kan pompalayan bir kalbim, kontrol mekanizmamı sağlayan bir beynim var
diye mi farklıydım? Ama o nesneler daha çok işe yarıyordu, hem onların da
bütünleştirici parçaları vardı.
Ya
neydi farkım? Ben yok olursam birilerinin bu yok oluşa üzülecek olması
mıydı? Ama ben tablom kırılırsa, makasım
körelirse, çakmağım yanmazsa da üzülürdüm; ben de onları kaybetsem üzülürdüm.
Bana ait, hayatımı kolaylaştıran ve güzelleştiren nesnelerdi onlar neticede.
Eh, her insan da diğerleri için böyle değil miydi zaten? Bir eşya gibi
birbirimizin hayatını kolaylaştırıyor ya da güzelleştiriyorduk. Kırılırsak ya
da körelirsek de işlevsizliğimizden yakınılıyordu ve çöpe atılıyorduk.
Eğer
beni bu nesnelerden farklı kılacak şey, hareket kabiliyetimse siz hayatı hiç
anlamamışsınız canlarım. Bana çizilen sınırlar içinde yaşıyor, bana mümkün
kılınan işleri gerçekleştiriyordum. Uçamıyordum mesela, kanatlarım yoktu.
Suyun altında yaşayamıyordum, iznim olmadan ve hatta bazen iznim olsa bile bu
toprakları aşamıyordum. Kolları ve bacaklarının olmaması, bu nesnelerin suçu
değildi, tıpkı benim kanatlarımın olmaması gibi.
Artık
bir fark bulmalıydım. Ben insandım, bu dünyadaki en üstün varlıktım, özeldim
ben, akıllıydım ve kibirliydim tabi. Neydi aramdaki fark bu nesnelerle?.. Tabi
ya, ben bir makas üretebilirdim, bir çakmak da. Tablo da yapabilirdim. Oysa
benim gibi bir form oluşturamazdım. Eh, o zaman hiyerarşik bir düzen vardı. Ben
bu nesnelerin tanrısıydım, benim de bir başka tanrım vardı. Demek, ben de benim
tanrımın nesnesiydim. Ama ben onu ne güzelleştiriyor ne de işine yarıyordum. O
zaman, ben neden vardım? Son durumda;
kalemlikteki makas, duvardaki tablodan ve komodindeki çakmaktan daha önemsiz,
daha çirkin ve işlevsiz bir form olarak çıktım karşıma.
Sahi,
ben yalnızdım. Nasıl dağıttım yine konuyu? Sabaha karşı uyuyor, odamdan sadece
boşalan fincanımı ve şişemi doldurmak için çıkıyordum. Nefes alamazsam
açıyordum pencereyi. Işığı açmıyordum bile, masa lambası ve kimi zaman birkaç
mum yetiyordu karanlığı yok etmeye. “Keşke hayatımda da birkaç mum yakabilsem”
diyordum. Küllük de dolup taşmıştı, çöp tenekesi de. Tırnaklarım kırılmış,
duvarlarımdaki rutubet artmıştı. Dudaklarım kuruyordu, tablolarımdan biri yere
düşmüştü birkaç gün evvel (Bir de hareket kabiliyeti yok zannederiz). Günleri
de takip etmiyordum artık. Ha cumartesi ha salı, ne fark ederdi? Her gün
birbirinin üstüne binip aynı yöne bakan, aynı şekil dairelerden bilmem kaç
katlı bir bina inşa etmişti. Kümülatif değildi geçmiş günlerimin yığını, daha
çok tekerrürdü.
Kimse
de gelip kolumdan çekmeyecekti, ben çekmeliydim kendimi. Ama ne önemi vardı?
Öyle bir boşvermişlikti ki bu, bir adam gelse öpmeye üşenirdim; “Geç, otur ya
da dokun bana. Ne yaparsan yap, ama yorma beni. Bir şey söyleme, ben kendi
görüş alanıma sıkıştım. Beni burada bırak, kurtarılma istemiyorum.”
Ben
yalnızdım. Güzel acılarla bezenmiş, müthiş yoksunlukları olan bir yalnız.
Acıları ve yoksunlukları severdim. Yoksunluk, elde etmeyi; acı, mücadeleyi
öğretirdi. Büyütür ve genişletirdi beni. Anlamıştım, acı içimde, kafamda değildi. Acı,
hayatın kendisiydi. Mutlu olmaya gelmemiştim ben buraya, böyle bir beklentim de
yoktu. Ben sonuç değil, süreç odaklıydım. Hayat; mutlu olmak için çabalanacak
bir yerdi belki, ama mutlu olunacak değil. Burada bir iş biter, bir başkası
başlardı. Bir dert çeker ağır ellerini sırtımdan, daha güçlü ellere devrederdi
görevini. Sırtım ne kadar sağlam durursa, ne kadar az eğilir, ne kadar ayakta
kalırsam o kadar öğrenirdim mücadeleyi. Her dert sınırlarımı zorlar, güçlendirirdi
beni. Yenileriyle kondisyonum yüksek, antrenmanlı ve daha sağlam yüzleşirdim.
Her yaşın derdi ayrıydı; her şehrin, her kimsenin elleri sırtımda, omuzlarımda
dolaşırdı. Sıvazlamazlar, öpmezler; bastırır, iter ve etimi çekerlerdi. Ama
vazgeçmezdim mücadelemden, terk etmezdim cepheyi. Çünkü bilirdim; insan kalbi
durduğunda değil, mücadele etmeyi bıraktığında ölür. Bilirdim; kimse bana bir
şey vermeyecek, kimse bu elleri silkelemeyecek öfkeyle. Ben de kimseyi
kaldıracım yapma niyetin de değildim. Bu yüzden tırnaklarım güçlü olmalıydı.
Tırnaklarım kırılır, parmaklarım koparsa dişlerimle tutunurdum bu dağın acı
topraklarına.
Eh
yalnızdım da gücenik değildim. Kavga, bana tetikte olmayı ve gardı indirmemeyi
öğretmişti. Ama biraz fazla öğretmişti galiba. Gerçek bir güzellik gördüğümde
ne yapacağımı bilemedim. Bencildim, o güzelliği korumak istedim onu
çirkinleştirmek pahasına. Ya avucumda öldü ya kaydı parmaklarımın arasından.
Sonra ben hep hikâyelerin kötü kahramanı oldum, ama bir hikâyede yer almış
olmak da kâfiydi. İyi anılmanın bir önemi yoktu. Ne de olsa insan, insanı her
şekle sokardı gerçeklikten yoksun çıkarımlarla. Bu benim değil, onun kavgasıydı
artık. İsterdim bilinmeyi ve iyileştirilmeyi, yine de talep etmezdim.
Ağlamayana meme yoktu tabi, ama ağlayana da herkes meme verirdi. Çok sonra
anladım; gerçek güzellik, riskli olsa da bir kötünün yanına sokulmak ve onun
dönüşmemiş halini keşfetmekti. Tehlikeyi görmek, tanımak; ama savaş
stratejisini yaşamak değil, ölümün niteliğini belirlemek adına yapmaktı. Elbet
silah taşımak, ama tetiği çekmemekti. Güzellik, korkusuzca yürümekti mayınlarla
kaplı arazide. Güzellik, akıl işi değildi. Öyle olsa güzellik değil,
rasyonellik olurdu adı. Güzellik, cesur bir kadındı; rasyonellik zeki bir adam.
Güzellik, çılgıncaydı; rasyonellik sıkıcı. Rasyonel, güvenli yaşamak; güzellik,
kalbin ağzında nefes almaktı. Bu yüzden hayat, rasyonel yaşanmalıydı; insanlar,
güzel.
Her
şey biterdi tabi, Cicero’nun da dediği
gibi, “her şey bitmek için başlar.” dı. Hegel’in dediği gibi “her tez, anti
tezini doğurur.” Du çünkü. Başlangıç kendisiyle getirirdi, daha adı yokken
bitişi. Güzellik, çirkinliği davet ederdi elbet. Her şey dönüşürdü, başka iyi
ya da kötü bir şeye. Heraklitos’un da dediği gibi "aynı
nehirlere girenlerin üzerinden, farklı sular akar" dı. Bütün çirkinlikler,
iyilikler, karanlıklar, başlangıçlar ağır ağır tamamlardı değişimini. Algıda
öyle ani, aslında öyle yavaş işlerdi ki bu süreç gözle görülemez tüm o küçük
detaylar, varlığı reddedilemeyecek anti tezler çıkarırdı ortaya. Güzellik,
özdeki tezi bulmak ve eldeki anti tezle harmanlamaktı. Güzellik, sentezden
başka bir şey değildi.
Yalnızdım, bundan kendimle konuşurdum. Ana fikrim yoktu,
temam yoktu. Yine de en verimli sohbetleri kendimle ederdim. Konu konuyu açardı
da hiçbir konu sonuca ulaşmazdı. Zaten sonucu olan da mevzu değildi bunlar,
memleketi kurtarıyordum işte. Memleket demişken; bu memlekette insanlar işleri
çok zorlaştırıyordu. Her bir insan, bir doğru bellemiş ne olduğunu bilmeksizin
sonuna kadar savunuyordu. Daha kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi bilmezken ne
bu kadar kesin olabilirdi? Burada her şey muğlak ve tartışmaya açıktı.
Başta herkes sevilmek istiyor, kimse sevmeyi bilmiyor,
sevginin ne olduğuna dahi kafa yormuyordu. İçtenlikle söylenen hevesler,
tutkuyla aktarılan istekler bir başkasının kibrini besliyordu. Bu yüzden herkes
bıraktı şeffaf olmayı, kimisi hiç başaramamıştı. Artık
insanların çoğu diğerlerini incitmemek, sevilmek, hor görülmemek için; yalnız
kalmamak, zayıf görünmemek adına ve bir
gün karşısındaki kişinin işine yarayabileceği düşüncesi ile esas duygularını gizliyordu.
Bu yüzden ya takdir edilir ya büyük bir nefretin dolaylı
tümleci olurdum. Ya apaçık, net bir insandım ya da hadsiz bir pervasız.
Umursamazdım, eveleyip gevelemeyi sevmezdim. Her soru, cevabını göze almalıydı
nihayetinde. Göze alamayan ise eksikliğini örterdi bana saçtığı çirkin
laflarıyla. Gülümser ve susardım sadece. Oysa kavga etmeyi çok severdim, ama söylediklerim
karşı tarafa geçmiyorsa iletişimi zorlamanın manası yoktu gözümde.
İnsanların çoğu her an değişecek kurallarına
sıkı sıkıya bağlıydı. Omurgalı olmak zordu bu çelişkiler dünyasında. Kabalık
ile dürüstlük ve içtenlik, cimrilik ile tutumluluk, savurganlık ile cömertlik,
kendine değer vermek ile bencillik iç içe geçmiş, mütemadiyen birbirlerinin
yerine kullanılıyordu. İnsanlarla azımsanmayacak bir mesafe koymuştum arama,
hem kendimi hem onları koruyordum. Kızamıyordum da, çünkü biraz da su gibiydik,
döküldüğümüz kabın şeklini alıyorduk. Hem yenilenmeye meyilliydik hem de pislikle
dolmaya.
Yazının İçeriği: %20 Ego %30 Etrafa eleştiri %0 öz eleştiri %20 Hüzün %10 Diğer
YanıtlaSilKendini vererek okumamışsın
YanıtlaSilPardon: Yazının İçeriği: %40 Ego %40 Etrafa eleştiri %0 öz eleştiri %10 Hüzün %10 Diğer
YanıtlaSilhttps://youtu.be/wukbxNg6rWg
YanıtlaSil"Ben kimim, neyim?"
Belki de tüm o bahsettiğin şeyleri içinde barındıran bilinçli bosluksun. Hem hayatın içinde olan hem de hayatı içinde yaşatan boşluk.
Belki de
YanıtlaSil