24 Mart 2020 Salı
18 Mart 2020 Çarşamba
BAD MOON RISING
I see bad moon arising, but still don't see that person providing the song to me.
Bu şarkı, biraz benim hayatım gibi.
Felaketi, ölümü ve acıyı çağrıştıran sözleri var, kötü bir şeyin habercisi.
Melodisinin hak ettiği enerjiyi ve neşeyi karşılayan sözlere sahip değil
-tıpkı ben ve dünya gibi- .
İsmi buruk, melodisi keyifli; sözleri buruk, vokali (John Foferty) mutlu. Sanki uçurumun kıyısında öylece duran, hayatı fırtınaya bağlı olan birinin yüzündeki tebessümü silmemesi gibi.
Şarkının da söylediği gibi depremi, yıldırımları, tayfunu ve kötü zamanları gördüm, görmeye de devam edeceğim. Ve bahse konu olan şarkı gibi yaklaşmakta olan felaketlere melodimle gülümseyeceğim.
Hep şuna inanmışımdır; şarkılar, kitaplar, filmler ve bir de felaketler insanların ortak noktada buluşup bir araya gelmelerini sağlarlar. İlk üçü her zaman tercihimdir; bir açık hava konserine gittiğimde, bir kütüphaneye ya da sinema salonuna girdiğimde içim tarif edilemeyecek bir huzurla dolar. İnsanları sevmememe karşın beni insanlarla ortak paydada buluşturan şeyleri seviyorum. Felaketler hariç.
Müzik, insanların zihinlerinde ya da ruhlarında -bazen her ikisinde birden- çok büyük boşluklar da oluşturabilir, onları çok mutlu da kılabilir, diğer insanlarla kişilerin kendisi arasında bir bağ kurmasını da sağlayabilir. Ve bir felaket de insan ruhunda çok büyük boşluklar yaratır ya da sonrasında tükenmişliğin, sona gelmişliğin dinginliğini yaşatır ve tabi -tıpkı müzikte olduğu gibi-kimi zaman da insanların ortak dilde konuşmasını sağlar.
Bazı şeyler önce bireyleri, sonra ülkeleri, ardından bölgeleri aşarak evrensel hale gelebiliyorlar. Rengimiz, ideolojimiz, dinimiz, etnisitemiz ve daha onlarca özelliğimiz farklı olmasına karşın temel insani değerlerimiz, zevklerimiz, korkularımız ve güdülerimiz öyle benzer ki, kime karşı neyin kavgasını veriyoruz?
Aynı rock grupları Afrika'da, Türkiye'de, Avrupa'da ve dünyanın pek çok farklı yerinde konser verip binlerce kişi tarafından coşkuyla dinleniyor. Aynı filmler dünyanın bambaşka ülkelerinde gişe rekorları kırıyor. Aynı kitaplar onlarca farklı dilde ulaşıyor modern insanın zihnine. Ve tabi aynı virüs farklı şekillerde taşınıp benzer semptomlar gösteriyor vücudumuzda. Aynı anda tükeniyor kaynaklarımız, aynı anda yerle bir oluyor ekonomimiz. Temelde korkularımız; ölmek ve sevdiklerimizi kaybetmekle ilgili.
Farklı figürlerle de olsa aynı şarkılarda dans ediyoruz, aynı sapkın yönlerimizi farklı travmalar çıkarıyor gün yüzüne, aynı duygularla farklı insanlara aşık oluyoruz. Farklı ideolojilere, dinlere aynı muhafazakarlıkla bağlanıyoruz. Aynı cümleleri farklı dillerde ve seslerde söylüyoruz. Aynı gülüşlerin ardına farklı acılar gizliyoruz.
Renklerimiz aynı, tonlarımız farklı. Vurgularımız aynı, öznemiz farklı. Bakışlarımız aynı, yönümüz farklı. Kalplerimiz ortak, hızları farklı. Dertlerimiz ortak, tepkilerimiz ayrı. Giysilerimiz aynı, bedenlerimiz ayrı. Fotoğraflarımız aynı, pozlarımız farklı. Hikayemiz aynı, yapımcımız farklı ve tabi ayrı hepimizin hayatı, ama işte dünyamız aynı. Hepimiz bir noktada herkes ve bir başkasıyız. Hepimiz aşinayız birbirimize, hepimiz yabancı.
"Biz çoğumuz hep aynı kumaştan biçilme insanlarız. Çağdaş eğitilmiş Fransızlarız. Hepimiz birbirimize benziyoruz. Aynı kitaplardan bilgi almışız. Aynı korkular ve ön yargılarla sınırlıyız. Birimizi çekip yerine öbürünü koyabilirsin, eşiz… Kendimizi benzersiz sanma konusunda bile eşiz"
14 Şubat 2020 Cuma
Sevgisizler Günü
“Hayatın bizim için ne anlam ifade ettiği, hayatın karşımıza neler çıkarttığı ile değil, bizim hayatın karşısına çıktığımız tavırla belirlenir; başımıza gelenlerden çok, bizim olanlara verdiğimiz tepkiler ile gelişir.” Lewis L. Dunnington
Kalp, içinde tonlarca his barındıran kocaman ve ağır yüklerle
dolu bir mekândır. Bu mekânın kapısı uzunca bir süre açık kalır; birçok kişi
gelir bu mekâna ve pek çok olaya tanıklık eder bu mekan. Gelenlerin kimisi müşteridir, kimisi misafir. Eğer mekânın cirosu iyiyse kimileri de ortaklık
teklif eder, çoğunlukla kabul etmediğin.
Bir gün hırsızlık yaşanır bu mekânda, açıktır çünkü kapısı
daima. Başını kaşır, şöyle bir göz gezdirirsin karşı karşıya kaldığın sahneye.
Bir iç çeker, düşünürsün ve ardından fark edersin, kapının her zaman açık
olmasının sandığın kadar da iyi bir şey olmadığını. Sonra bazı günler kapını
kilitlemeye başlarsın, ama mevsimlerden kış, aylardan şubat ise, hele de yağmur
yağıyorsa kilitlemezsin kapını. Olur ya, birileri yatacak yer bulamaz, üşür
dışarıda.
Sonra bir sabah ıslanarak girdiğin mekânın yağmalandığını
görürsün. Bu kez ilk yaşanan olayın aksine; göz gezdirmez, sahneye sırtını
döner, bir sigara yakarsın yağmurun altına geçip. Artık kapını, mekândan her
ayrılışında kilitlemeye başlarsın, çünkü bilirsin, alışkanlıklara devam etmek,
bazen o alışkanlıkları sana kazandıran durumları yok etmektir. Bilirsin, kapını
kilitlemezsen, bir gün açacak kapın da olmayacak.
Bir süre her şey yolunda gider ve verdiğin kararın ne kadar
mantıklı olduğunu söylersin kendine. Ama sonra, ansızın fark edersin ki,
kapının eşiği eskisi gibi aşınmıyor. Arada bir çıkıp sokağa göz atarsın, olur
ya; biri gelir, uzaktan gelişini izler o ufacık anda mutlu olursun. Ancak ne
gelen vardır ne giden. Şanslı olduğun günler gelir birkaç müşteri, ama eski
tadı kalmamıştır mekânın.
Elindeki ıslak bezle üşenmeden her sabah pırıl pırıl ettiğin
camların su damlalarıyla kaplıdır. Hevesle düzelttiğin sandalyelerinde sıcaklık
yoktur, kir tutmuştur bacakları hareketsizlikten. Askıda kahverengi büyük
parkan dışında yoktur hiçbir şey; ne bir ceket ne bir atkı. Masalarında bardak
izleri ve küller öylece bekler temizlenmeyi. Kitaplar sessizdir bir sohbetin
konusu olamadıklarından. Sonra bir gün yüklersin tüm fazlalıklarını, üstüne bir örtü
atar; müşteriyle, misafirle doldurmak istediğin mekânı ağır yüklerle
doldurursun. Mekân hala oradadır da sen açmazsın artık o kapıyı. Bazen ellerin ceplerinde boş boş dolaşırken sokaklarda uğrarsın bu kimsesiz yere. Ahşap
zeminle birleşen soğuk duvara yaslarsın kendini, böceklerin yuva edindiği bu
leş gibi zemin seni çeker kendine ve kayarsın aşağı doğru.
“Bu da geçecek.” diye ayağa kalktığında her zaman olduğu gibi
bir yara daha eklenmiştir yaranın üstüne. Yoğurdu da üfleyerek yemişsindir hâlbuki.
Ama hayatın sana sundukları hiçbir zaman düz ve basit olmamıştır. Hep bir düğüm
vardır, çoğunu çözmeye çalışırken allak bullak olup yere yığıldığın. Ve öyle
bir an gelir ki, en yerden kalkman gereken zamanda kalkacak mecalin
kalmamıştır. Düşünürsün; “ben miyim böylesine yoran beni, yoksa benim dışımda
bir şey mi?” Aslında seni bu zemine yapıştıran tek başına ne sen ne de senin
dışında bir şeydir. Birbirini takip eden olaylar sonucunda karşına çıkan seçenekler
ve bunların arasında yaptığın tercihlerdir seni yoran.
Zannedersin ki, hayatın seni soktuğu bu sınavda bir noktada
yanlış cevabı işaretledin. Yaptığın tercihler kötü sonuçlar doğurduğunda diğer seçenekleri
daha dikkatli okumadığın için kendine kızarsın. Ama atladığın bir husus vardır;
bu sınavda doğru ya da yanlış seçenek yoktur. Sadece seçenekler vardır,
hangisini tercih edersen et senin canına okuyacak seçenekler… Üst üste binen
yığınla cümle arasından hangisinin öznesi doğru konuldu diye aranırken hiçbirinin
öznesi olmadığını fark etmezsin bile. Sadece alay eder seninle, sen boğuşurken
seçeneklerle. Sen de haklısındır tabi, sürekli farklı alanlardan sınava sokar
seni ve hep de bilmediğin konulardan sorar sorularını. İşaretlemelerini
kurşun kalemle yapmana da izin vermez, boş bırakmana da.
İşte böyle nankör, böyle umursamaz, böyle alaycıdır hayat. Ne
kaçabilirsin bu sınavdan, ne meydan okuyabilirsin hocana. Bir gün sevdirirse
sana; edebiyatta kara mizahı, sinemada absürt komediyi; o zaman ırzına geçildiğinde
zevk almayı ve hocan seninle alay edip kahkaha atarken onunla gülebilmeyi
öğrenirsin.
7 Temmuz 2019 Pazar
Sadece Barmenler Girebilir
***Bilgilendirme***
Bu yazı barda tek başıma geçirdiğim beş saat sonucu ortaya çıkmıştır.
Mesaj niteliği taşımamaktadır.
Bu yazı barda tek başıma geçirdiğim beş saat sonucu ortaya çıkmıştır.
Mesaj niteliği taşımamaktadır.
İnsanların barda tek başına oturmalarının üç sebebi vardır: ya üzgündürler ve tek başına içmek istiyorlardır ya barmeni tanıyordur/tanımak istiyordur ya da barda güzel bir kadın/erkek vardır. Bende çoğunlukla ilk ikisi geçerli olur. Bir de bardaki insanları izlemeyi severim, ama bunu listeye eklemedim, çünkü istisnai bir durum olduğunu düşünüyorum. Bardaki insanları sadece izlemeyi değil, onların konuşmalarını dinlemeyi; onlara hem görsel hem işitsel olarak yakın kalarak gözlemlemeyi, insan ilişkilerini düşünmeyi de severim.
Bu satırları da takdir edersiniz ki bir bar sandalyesinin üstünden yazıyorum. Aslında ne kağıdım ne kalemim vardı; barmenin arkadaşınız olmasının hem dezavantajı hem de avantajı vardır: bir şeye ihtiyacınız olduğunda imkanları zorlar (mesela kağıt ve kalem bulur), ayrıca içkiye çoğunlukla ücret ödemezsiniz; ödediğiniz zamanlarsa buna değer, çünkü torpillidir. Dezavantajı ise gecenin ilerleyen saatlerinde yoğunluk ve insanların promil oranı arttığında öfkesini sizden çıkarabilir ve bazen de nazı size geçtiğinden isteklerinizi geciktirebilir. Neyse ki bu bardaki iki barmen de arkadaşım.
Tam üç saattir buradayım. İnsanlar içmeyi ve takılmayı seviyor, böylece şehrin telaşından kurtulup bir nebze günlük sıkıntılarından sıyrılabiliyorlar. Kimi ertesi gününü bile yok etmek istercesine içiyor, kimisi sabah erken kalkmak zorunda, kimisi bu gece sevişecek, kimisi yatağında yalnız uyuyacak. Burada birileri öğrenen birileri öğreten, birileri zengin birileri cebindeki son parasını alkole yatırıyor. Ama işte hepimiz yan yana ve ortalama 150 metrekarelik alana sığışmış durumdayız. İnsanların ortak yönleri bazı anlarda tüm farkları yok ediyor.
Oturduğum yerden bakınca sağ ve solda iki çift var. Saat on iki yönünde erkek erkeğe takılmayı yeğleyen iki orta yaşlı adam,. Biri diğerine göre daha genç. Nispeten genç olan üstüne fena sayılmayacak bir gömlek geçirmiş ve kirli sakalı var. Daha yaşlı olanın saçları hafiften dökülmeye başlamış. Sabahtan beri neden bu kadar güldüklerini merak ediyorum. Saat üç yününde erkek erkeğe takılma kılıfına sığınan iki sap; sohbet ederken göz teması kurmadıkları gibi yalandan gülerlerken etrafa göz gezdirmekten kendilerini alamıyorlar. Umarım bu gece görecekleri son şey elleri olur. Bu tatlı temennimin tek sebebi, yapmacık hareketlerden ve kasıntı insanlardan hoşlanmıyor oluşum. Saat iki yönünde telefonla konuşarak bir işini halletmeye çalışan bir adam; hem barmenle hem telefondaki insanla iletişim kurmaya çalışıp başarı gösteremiyor. Sanırım bu gece işi hallolmayacak. Saat beş yönünde yalnız başına oturan genç bir erkek (bu çok görülmez), iyi birine benziyor, onu sevdim. Saat sekiz yönünde bir çift daha. Bardakilerin geri kalanı ise gözlemlediğim kadarıyla yalnızca masaların boşalmasını bekleyen insanlar. Çok beklerler; bu mekanda bu saatte masalar boşalmaz, sadece bardaki masa bekleyen kişi sayısı artar.
Sol tarafımdaki çift ilk bakıldığında ataerkil bir ilişki yaşadıkları düşünülen, ama aslında anaerkil bir ilişkiye sahip iki alakasız insan. Erkek kadınını korumaya çalışan sert ve tehlikeli bir yırtıcı gibi görünse de dişisinin karşısında sadece küçük pençelere sahip bir kedi haline geliyor. Sağ tarafımdakilerde erkeğin bir kadına kendini kanıtlamaya çalışırken kurduğu alışıldık ve bayağı cümleler, bilirsiniz o cümleleri: “Aslında ben de …. biriyim, pek gösteremiyorum.” , “Önceden yaptım birkaç şey, ama senin gibi biriyle tanışacağımı nereden bilebilirim…” Kadın ikna olacak gibi görünmemeyi tercih ediyor, ama çoktan ikna olmuş ki şu an buradalar. Bu da kadınların alışıldık “ağırdan satma stratejisi”, bu buluşmadan önce kadının bir arkadaşının “Yüz verme.” demiş olma ihtimalini düşünmeden edemiyorum. (Yanlış anlaşılmasın, benimki kendi çıkarımlarımdan yaptığım bir genelleme ve yanlışlanabilir. Aranızda böyle olmayan kadınlar vardır elbet, zira bu kadınlardan biri de benim).
Bar kültürü diye bir şey olduğuna inanırım: Çok iyi bir içici olabilirsin, ama barmenin işine karışmamalısın. Yeni insanlar tanımak istiyor olabilirsin, ama her gördüğünle tanışmaya çalışma ve üslubu koru. Muhtemelen aynı barda tekrar karşılaşacaksınız. Sarhoş olup barmene sarma, her ne kadar iyi bir dinleyici olsa da mekanın en çok yorulanları onlar. Ne mutfak personelleri ne de servis elemanları onlar kadar yorulmuyor. Zira ilk grup yalnızca siparişleri servise hazır hale getirmeye uğraşırken ikinci grup da yalnızca müşterilerle muhatap olur. Oysa barmen her ikisinden de sorumludur, hem beynini hem de bedenini aynı anda kullanmak zorundadır. Şu an burada oturmamın sebebi, buradaki barmenlerin bahsi geçen konuda gösterdikleri başarıdır.
Az önce bir bardak kırıldı. Müşterilerin yüzde doksanı alkışladı (Yüzde onluk dilimdeyim, çünkü bu satırlarla meşgulüm). Biri herhangi bir şey kırınca bir okulun yemekhanesi, şık bir restoran, sıradan bir bar fark etmeksizin alkış tutmak alışıldık bir eylemdir. Pek çok kültürde de yeri olan bu eylem çoğunlukla ikincisi kabul görse de iki şekilde yorumlanır: ya kinayeli bir ‘aferin’ dir ya da nesneyi kıran kişi kendisini kötü hissetmesin diye ona destek çıkmaktır. Nasıl yorumlanırsa yorumlansın, sevdiğim bir gelenektir. Yukarıda “farkların kimi anlarda yok olması”ndan bahsetmişken de çok manidar oldu bu olay.
Barda beşinci saatime yaklaştım, bu barı yaşamayı sevsem de artık terk etmek zorundayım. Siz kalanlara iyi eğlenceler! İçin bakalım, bugün de bir gün daha yaşamanıza için!
15 Haziran 2019 Cumartesi
Ben Yalancı Değilim
BEN YALANCI DEĞİLİM
Az önce yalan söyledim, fark ettiniz mi?
En yetenekli yalancılar önce kendilerini kandırırlar. Çünkü herkes bilir; insan, kendisinin inanmadığı şeye kimseyi inandıramaz.
Günümüzde yalan dediğimiz olgunun evrildiğini söylesem karşı çıkacak birsürü yalancı tanıyorum. Onlara kızmaya hakkım yok, neticede hangimiz yalancı değiliz ki?
Geçenlerde kararsız kaldığım bir konu hakkında arkadaşlarıma danıştım. Konu bir gerçeği söyleyip söylememekle ilgiliydi. Neyse ki arkadaşlarım o içimi rahatlatan(!) açıklamayı yaptı: "Gerekli olsa da bir şeyi söylememek yalan söylemek değildir." Bana göre ise bu yalanların en tehlikelisidir. Söylenmesi gereken bir olayı paylaşmamak, daha doğru ifadeyle 'onu saklamak' en korkutucu yalan türüdür. Karşındaki kişinin seni sınayabilme şansı yoktur çünkü, dolayısıyla yalanların en kolayı da budur.
Kabul edilmelidir ki; her şey herkese söylenmez, bazı şeyler de bazı kimselere. Ancak söz konusu olay doğrudan ya da dolaylı olarak o kişiyi etkiliyorsa saklamak da bir yalandır. İnsanoğlunun en büyük handikaplarından biri de bu noktada kendini gösterir, "saklamak" bir yalan değildir. Dahası buna tutunarak kendini kandırdığının da farkında değildir insanoğlu. Ne kadar güzel değil mi? (!)
Bir başka yalan türü ise her gün hepimizin yaptığı şey aslında. Mevlana' yı ister sevin ister sevmeyin, ama kabul etmek gerekir ki çok yerinde konuşmuştur "Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol" derken. İnsan dediğimiz yaratık zanneder ki, yalan söylemek yalnızcca sorulan soruya doğru yanıt vermemektir. Keşke bu kadar basit olsaydı, belki bu bizi bi' nebze de olsa masum kılardı. Ne yazık ki 'yalan' -sanıldığının aksine- verilen cevaplarla olmaz, hatta bazen söz ile bile olmaz. Yalan, temelinde herhangi yetişkini, bir çocuğu, bir toplumu aldatmayı, kandırmayı ve bilinçli olarak yanlış yönlendirmeyi barındırır.(Gerçek yalancıların hala iğneyi kendilerine batıramadıklarına eminim.) Bir kadın makyajıyla, bir erkek arabasıyla süsler gözleri. Kadın "çekiciyim" imajı yaratırken erkek "güçlüyüm" imajını oluşturur kafalarda ya da en azından bunu dener. Bahsi geçen konuyu somutlamak adına verdiğim bu küçük örnekleri reddebilirsiniz. Sonuçta her kadın makyaj yapmaz ve her erkeğin arabası yoktur. Peki o hoş lakırdılarınızda "Bence de öyle." , "Aynen, katılıyorum. " diye onayladığınız fikirlerin kaçı gerçekten onaylanıyor, peki "ben de öyleyim" , "ben de öyle yaparım." diye kendinizi dahil ettiğiniz o güzel özelliklerin kaçı sizde mevcut?
Belki göğsünüzü gererek yürüdüğünüz o sokaklar, üstünüze geçirdiğiniz en 'trend' giysiler anlamaz yalancı olduğunuzu, insanları da inandırdınız diyelim; peki gece kafanızı koyduğunuz o yastık, sabah uyandığınızda baktığınız o ayna.. onlar da mı anlamayacak yalancı olduğunuzu? Tabi ya, siz bu yetenekle onları da inandırırsınız. Çok sevdiğim bi' yakınım bugün bana "İnsan en kolay kendini kandırır, çünkü inanmak ister." dedi. Yüzündeki o bilge gülümsemeyi unutmayacağım.
İnsanoğlu öyle bir mahluk ki bilip görmezden gelmek, planlayıp ertelemek, yalanın kötü olduğunu savunurken bile kendini çoktan binlerce kez kandırmış olmak gayet olağan bizler için. Bazen sıradan bir kedi olsam sanki her şey daha berrak olacakmış gibi geliyor.
Uyanın artık! Bir şeyi saklamak, olmadığın gibi görünmek, sözüm ona iyi geçindiğiniz birinin arkasından konuşmak yalan söylemektir, aldatmadır. Vicdan o "yalan değiller"le rahatlamaz, kabullenmekle rahatlar ve en azından yapmamayı deneyerek. Onlarca yalanı hiç kimsenin sırtlanmasına gerek yok. Doğruyu söylemek daha basittir yalan söylemekten. Nasıl bir varlıktır ki insan, yatağıyla sokak arasındaki bir kapı onu değiştirir?
Yalanla kendinize sağladığınız imkanlar ve kurduğunuz ilişkiler zemini sağlam olmayan bir binadan ibaret, umarım deprem çantanız hazırdır. .... Ya da durun, umarım hazır değildir, depremle yerle bir olursunuz ve böylece -bir umut- karakterinizde rönesans devri başlar.
26 Mayıs 2019 Pazar
KAYIP
Sevilmeyen bir insanım, sevilecek bir yanım da yok zaten. Sıradan bir insan çirkinliğindeyim. Hayatıma girmek üzere olan insanlara kendimi açık bir şekilde ifade etmeme rağmen "Ne kadar kötü olabilir ki?" düşüncesi onlara engel olmadı. Ne kadar kötü olabileceğini gördüklerinde ben "günah keçisi" ilan edildim. İnkar etmedim, hile yapmadım, sol gösterip sağ çakmadım. Ne dediysem onu yaptım, bütün kartlarım açıktı benim. Siz göz göre göre yanlış hamle yaptınız. Üzgünüm, sizleri incittiğim için. "Ben böyleyim." açıklamasının arkasına da sığınamam. Çünkü ben böyle biri değilim, böyle biri olmak istiyorum. Hayatın bana getirdiği şeyleri kollarımı sonuna kadar açıp sımsıkı kucaklamıştım ta ki kollarımın hepsini sarabilecek kadar uzun olmadığını fark edene kadar. Çok sevdiğim biri Murat Menteş'in bir sözünü paylaşmıştı benimle: " Bir insan acıdan delirdiğinde, diğerleri onun acısını değil, deliliğini görür." Çok doğruydu ve yine herkes kendince haklıydı.
Gıyabımda eleştirildim, kınandım, kıyaslandım, yaftalandım, hakarete uğradım. Çünkü hiç kimse beni gerçekten tanımak istememişti, onlara kendimi tanıtacak gücüm olmadığı gibi onların da beni tanıyacak sabrı yoktu. Defalarca başıma gelen şey tekrarlanıyordu. İnsanlardaki yansımamdan hoşnut değildim, ama diğer yandan ne önemi vardı ki? Ne kadar iyi olsam da her zaman eksik bir yan, noksan bir nokta bulunurdu.
Bunu fark ettiğimde 19 yaşındaydım. O an cevaplanması gereken tek bir soru vardı benim için; toplumda iyi bir insan olarak değer görmek mi, yoksa umursamadan ve başkalarına zarar vermemek kaydıyla canım ne istiyorsa onu yapmak mı? Cevap basitti.
İyi bir insan olarak değerlendirilmekten daha önemlidir, iyi bir insan olmak. Daha önemlidir, olduğun gibi görünmek ve daha önemlidir haddin olmayan işlere burnunu sokmamak. Daha önemlidir kimseyi iyice tanımadan hakkında yorum yapmamak, kimseyi kimseyle-bir diğerini küçük düşürecek seviyede- kıyaslamamak ve çok daha önemlidir hatalarını kabullenebilmek.
İnsanlarla anlaşamıyorum, doğal olarak kendimle de. Üzüldüğümde karşı tarafa kızmadan önce düşünürüm. Acaba gerçekten kırılacağım bir konu mu var, yoksa bu benim kendi içimde çözemediğim konularla bağlantılı olduğu için mi incindim böylesine? İnsan ilişkilerinde en çok üstünde durulması gereken iki meseleden birisi tam da budur. Sorunlar genellikle bir tarafın incinmesi, acı çekmesi ve diğer tarafın buna sebep olması şeklinde vuku bulur. Üzülen kişi bunun salt karşı tarafla mı ilgili olduğunu belirlemek ve az önce sorduğum soruya cevap bulmak zorundadır. Buna sebebiyet veren (ya da sebebiyet verdiği varsayılan) tarafı irdeleyecek olursak ikinci meselemiz devreye girecektir ki bu da "hataları kabullenmek"tir. Tabi ilişki halinde olduğunuz kişi, sizin için gözden çıkarılabilir biriyse sorunları çözmenize ve kendinizi bu kadar yormanıza(!) gerek kalmayacaktır.
İki kişi arasındaki sorunlar neyse de, esas kafamı oldukça kurcalayan konu, iki kişi arasındakilere üçünü bir tarafın müdahil olması. Taraflar uzlaşabilmekten yoksun ise bu kabul edilebilir bir şeydir, fakat "senin iyiliğin için..." şeklinde başlayan cümlelerle soruna taraf olan diğer kişiyi kötülemek, yerden yere çalmak iki tarafa da yapılmış bir saygısızlıktır. Birine -yeterli bilgiden yoksunken-kötüleyerek saygısızlık yapılmakta, diğerine "sen bunların farkında değilsin, ama bak ben farkındayım." algısını yaratarak saygısızlık yapılmaktadır ve o kişiyi amiyane tabirle 'salak' yerine koymaktır.
Ne kadar çabalasam da başarısızlıklarım oldu. Başarızlıklarım tartışıldı, çabam önemsenmedi. Kusursuz değilim, herkes gibi hassas noktalarım var, zaaflarım... Eksikliklerim var, hatalarım... Eksiklerimi gördüm, düzeltebildiklerimi düzelttim düzeltemediklerimi benimsedim.Kaçırdığım detaylar oldu, belirleyemediğim kıstaslar. İyisiyle kötüsüyle ben oldum. Herkesin bir sebebi vardır, yakalayamadığı bir fırsat. Herkesin bir sırrı vardır, en az bir tane acısı. Herkes dönüştüğü şeyin ardında birsürü detay barındırır. Herkes kaybeder bir şeyleri, ama sadece bazıları kendini.
Gıyabımda eleştirildim, kınandım, kıyaslandım, yaftalandım, hakarete uğradım. Çünkü hiç kimse beni gerçekten tanımak istememişti, onlara kendimi tanıtacak gücüm olmadığı gibi onların da beni tanıyacak sabrı yoktu. Defalarca başıma gelen şey tekrarlanıyordu. İnsanlardaki yansımamdan hoşnut değildim, ama diğer yandan ne önemi vardı ki? Ne kadar iyi olsam da her zaman eksik bir yan, noksan bir nokta bulunurdu.
Bunu fark ettiğimde 19 yaşındaydım. O an cevaplanması gereken tek bir soru vardı benim için; toplumda iyi bir insan olarak değer görmek mi, yoksa umursamadan ve başkalarına zarar vermemek kaydıyla canım ne istiyorsa onu yapmak mı? Cevap basitti.
İyi bir insan olarak değerlendirilmekten daha önemlidir, iyi bir insan olmak. Daha önemlidir, olduğun gibi görünmek ve daha önemlidir haddin olmayan işlere burnunu sokmamak. Daha önemlidir kimseyi iyice tanımadan hakkında yorum yapmamak, kimseyi kimseyle-bir diğerini küçük düşürecek seviyede- kıyaslamamak ve çok daha önemlidir hatalarını kabullenebilmek.
İnsanlarla anlaşamıyorum, doğal olarak kendimle de. Üzüldüğümde karşı tarafa kızmadan önce düşünürüm. Acaba gerçekten kırılacağım bir konu mu var, yoksa bu benim kendi içimde çözemediğim konularla bağlantılı olduğu için mi incindim böylesine? İnsan ilişkilerinde en çok üstünde durulması gereken iki meseleden birisi tam da budur. Sorunlar genellikle bir tarafın incinmesi, acı çekmesi ve diğer tarafın buna sebep olması şeklinde vuku bulur. Üzülen kişi bunun salt karşı tarafla mı ilgili olduğunu belirlemek ve az önce sorduğum soruya cevap bulmak zorundadır. Buna sebebiyet veren (ya da sebebiyet verdiği varsayılan) tarafı irdeleyecek olursak ikinci meselemiz devreye girecektir ki bu da "hataları kabullenmek"tir. Tabi ilişki halinde olduğunuz kişi, sizin için gözden çıkarılabilir biriyse sorunları çözmenize ve kendinizi bu kadar yormanıza(!) gerek kalmayacaktır.
İki kişi arasındaki sorunlar neyse de, esas kafamı oldukça kurcalayan konu, iki kişi arasındakilere üçünü bir tarafın müdahil olması. Taraflar uzlaşabilmekten yoksun ise bu kabul edilebilir bir şeydir, fakat "senin iyiliğin için..." şeklinde başlayan cümlelerle soruna taraf olan diğer kişiyi kötülemek, yerden yere çalmak iki tarafa da yapılmış bir saygısızlıktır. Birine -yeterli bilgiden yoksunken-kötüleyerek saygısızlık yapılmakta, diğerine "sen bunların farkında değilsin, ama bak ben farkındayım." algısını yaratarak saygısızlık yapılmaktadır ve o kişiyi amiyane tabirle 'salak' yerine koymaktır.
Ne kadar çabalasam da başarısızlıklarım oldu. Başarızlıklarım tartışıldı, çabam önemsenmedi. Kusursuz değilim, herkes gibi hassas noktalarım var, zaaflarım... Eksikliklerim var, hatalarım... Eksiklerimi gördüm, düzeltebildiklerimi düzelttim düzeltemediklerimi benimsedim.Kaçırdığım detaylar oldu, belirleyemediğim kıstaslar. İyisiyle kötüsüyle ben oldum. Herkesin bir sebebi vardır, yakalayamadığı bir fırsat. Herkesin bir sırrı vardır, en az bir tane acısı. Herkes dönüştüğü şeyin ardında birsürü detay barındırır. Herkes kaybeder bir şeyleri, ama sadece bazıları kendini.
Önce aidiyet duygumu yitirmiş ve artık istesem de hissedemez olmuştum. Ağladığımı görmesinler diye kendimi lavaboya kitlediğimde "Nasıl daha iyi hissedebilirim, kimle veya nerede?" diye düşündüm. Ne bir yer ne de bir insan buldum. Daha iyi hissetmek için denediğim her yol beni içinden çıkılmaz bir bataklığa soktu ve beni tanıyamadığım birine dönüştürdü. Başta bunu düzeltmek, iyileşmek ve bu kişiden uzaklaşmak istiyordum, yapabilecek güçte olduğumu fark edince yapmadım. İnsan böyle bir varlıktır,; sınırlarını yoklar, anlamak ister nelere gücünün yettiğini yahut yetmediğini. ve yapabileceği şeyleri ertelemeyi tercih eder. Nasıl olsa bi' gün halleder (!)
Halledemedim ve sonra kendimi kaybettim.
12 Mayıs 2019 Pazar
"Birden Fazla İkiden Az"
Bana karamsar olduğumu, hayatın iyi yönlerini göremediğimi çok söyleyen olmuştu; karamsar olup olmamak umrumda değildi, fakat olduğumu düşündükleri şey ben değildim. Ama bana göre, nasıl göründüğüm değil, nasıl hissettiğim önemliydi. Bundandır ki hiç birini önemsememiştim ta ki çok değer verdiğim ve beni çok iyi tanıdığına inandığım biri, bana aynı şeyi söyleyene kadar.
Bu yazıyı O'na atfediyorum.
Hayat zorlu iniş çıkışlarla dolu. Bu yaşamımız boyunca süregelen ve kalbimiz attığı sürece de devam edecek bir gerçek. "Kalbimiz attığı sürece" kısmının üstünde özellikle durmak istiyorum. Çünkü hayat da kalp ritmimiz gibidir, elektrodiyafram ekranında yükselip alçalan. Kalp durup yaşam son bulduğunda ise yalnızca dümdüz bir çizgi vardır, ne iniş-çıkış görürsünüz ne de yükselip alçalma.
Birsürü an'ın üst üste yığılmasıyla oluşan şeye biz 'hayat' deriz. An'lar mutlu, hüzünlü, şehvetli, öfkeli olabilir ve sizin hayata bakış açınızı hangi duygunun bu an'arda yoğun olduğu belirler. Genel duruşunuzu, felsefenizi, hatta bakışlarınızı bile yaşadığınız olaylar, edindiğiniz tecrübeler; özetle az önce de söylediğim gibi, hayatınıza hangi duygunun nispeten hakim olduğu belirler. Hal böyle olunca, hayatı acılara göğüs gererek geçen birinden nasıl ki gülücükler saçmasını bekleyemezsek -ki yine de onlar daha çok gülerler- yaşamında mutluluğu, huzuru daha çok tatmış birinden de kötü bir olayda tüm gemileri yakmasını bekleyemeyiz.
Bize herkes tarafından "Polyannacılık" dikte edildi, çok uzun yıllar benimseyip felsefem edindiğim bu şeyin son birkaç yıl içinde kandırmaca olduğuna kanaat getirdim. Polyannacılık, içinde bulunduğun kötülüğü anlamak, hissetmek yerine küçük çocuk gibi omuz silkmektir. Burada amacım ne iyimserliği kötülemek ne de kötümserliği savunmak. Hatta aksine kötümserliğin korkunç bir şey olduğunu düşünürüm, öğrenilmiş çaresizlikle de çokça ilişkilendirilen bu kavram kişinin başına gelen herhangi bir kötü olayda her şeyin kötü devam edeceğine inanması ve kendini dibe itmesidir. İyimserlik ise kötü olaylara karşı geliştirilen bir taktiktir. Bugünlerde de sıkça duyduğumuz ve benim de çokça sevdiğim bir şarkı sözü olan "Her şey güzel olacak." cümlesidir, inanmaktır. Aynı zamanda bir mizaç özelliğidir ve gerçekçidir. Polyannacılık ise gerçekçilikten uzak; hayata tutunmak için ve ona karşı oluşturulan bir savunma mekanizmasıdır. bükemediğin bileği öpmektir. Bense bükemediğim bileği kırmayı tercih ederim. "The Sea Inside" filminin yeri bende başka olduğundan Ramon karakteri üstünden küçük bir örnekleme yapmak istiyorum. Ramon gençliğinde yaşadığı bir kaza sonucu felç oluyor ve vücudunun boynundan aşağısını kullanamaz hale geliyor. Polyannacılar, geri kalan tüm hayatını yatağa ve başkalarına bağımlı halde geçiren Ramon'a onunla ilgilenen, onu seven insanlar olduğu ve hala nefes alabildiği için mutlu olmasını tavsiye edeceklerdir. Sanırım bu noktada birinin onlara yaşamanın, nefes alabilmekten daha öte bir şey olduğunu anlatması gerekiyor. Ama Ramon bir polyannacı değil, o bir devrimci ve köşede yalandan gülümsemek yerine istediği şey uğruna savaş veriyor. Ötenaziyi savunuyor, istiyor, gerçekleşmesi için elinden gelen her şeyi yapıyor ve başarıyor da. Ramon, o bileği kırıyor.
İki kavram da kendi içinde iyi ve kötü özelliklere sahip olsa da ikisini de mantıksız buluyor ve kabul etmiyorum. Bir olay, durum veya süreç iyiyse iyidir, kötüyse kötüdür. Bunu şekilden şekle sokmanın hiçbir manası yok. Eğer hayatınızın içinde bulunduğu döneminde yaşadığınız acı olaylar iyilikleri görmenizi engelliyorsa ve siz de hüzünlü bir ruh hali içindeyseniz bu sizi kötümser yapmaz. Bana zorla bu iyilikler gösterilmeye çalışıldı ve kötülükleri absorbe edeceğime inanıldı. Oysa ben köşeme çekilip gülümsemek, kötülüklerden kaçmak değil; onlarla yüzleşmek, onları tanımak ve onlarla savaşmak istiyordum. Bu savaşı kaybediyor olmam beni kötümser yapmaz, gazi yapar.Yaşam boyu şahit olduğum kötü olaylar ve onları düzeltmek için kendimi hırpalamam da beni kötümser biri yapmaz, sadece dünyanın benim için yaşanılması güç bir yer olduğunu kanıtlar.
Hayata karşı kazanamayacağımı bildiğim bi' savaş açtım sırf bir "belki" uğruna, ona karşı strateji geliştirip uygulamaya koydum: "Potansiyellerini ve sınırlarını bil, çabala; ama en kötüye hazırlan." En kötüye hazırlanmak, en kötünün gerçekleşeceğine inanmak değildir. Olasılıkları düşünüp B Planı, hatta gerekirse Z Planı yapmaktır. Bu bir insanı kötümser değil, yalnızca tedbirli yapar. Bu yüzden kendime "Her şey güzel olacak." yerine, "Her şey güzel olabilir, ama kötü de olabilir." demeyi tercih ettim ve nitelemeniz benim olduğum şeyden çok uzaktı.
Kötümserlik mi? Kahkahalarım büyüktür, dansa tutkunumdur ve sevişmeye bayılırım. Kendimi sulara bıraktığımda hissettiğim şey acı değil, vücudumu okşayan akışkan bir eldir. Otobüsü kaçırdığımda "Tüh ya!" dedikten hemen sonra "Neyse, sağlık olsun." derim. Sabahları aynaya bakıp Tanrı'ya teşekkür eder, gözlerimi temizlerim. Sağlıklı, birlikte olmak için tercih edilen kadın olmak, gün batımını izlemek, buğulanmış cama resim çizmek benim için hayatın güzel yönleridir ve iyidir; ancak maddi problemlerim, ailevi sıkıntılarım, toplumdaki yozlaşma sonucu insanlarla arayı açıp yalnızlaşmam, zarar vermediğim bir kişi tarafından, hiç sebep yokken, zarara uğratılmam kötüdür. Sosyal dayanışma iyidir, milyonlarca insanın ölümüne sebep olan savaşlar kötüdür. Her şeyi kendi içinde değerlendirirsek iyimserlik ve kötümserlik kavramları anlamını yitirir.
Annem, ne zaman bir şeylerden yakınsam daha kötü durumda olanları gösterip mutlu olmamı -tabiri caizse kendimi avutmamı- bekler. Bense onlara bakıp mutlu olmak yerine, onlar için de üzülüp "Bunu düzeltmek için ne yapılmalı?" diye düşünürüm. Annemin öğüdü, ne yazık ki, bu kez korkunçtur. Kötü bir olaya odaklanıp mutlu olmak komediden başka bir şey değildir, acınasıdır. Annemin onca acıyla bu toz pembe gözlükleri sayesinde mücadele ettiği aşikar. Belki gözlüğü çıkarıp gardını alsa bir daha o gözlüğü takmasına gerek kalmazdı.
Yine başka bir arkadaşım kötümser olmamdan dem vururken ona şöyle bir soru sormuştum; "Şu zeminin dışkıyla kaplı olduğunu düşün. Ama şurada küçük bir çiçek var. Çiçeğe mi odaklanırsın, dışkıya mı?" Çiçek, tek başına muhteşem bir yaşam formu olsa da dışkıyla kaplanmış ve kokuşmuştur. Onun varlığını fark etsek bile dokunamaz ve koklayamayız. Hatta tek arzuladığımız şey; odadan çıkmak olur ve bu metaforda odadan çıkmak, intihar etmekle eşdeğerdir.
Belki çiçeği görmüyorum, ama odayı da terk etmiyorum. Ben sadece odayı temizlemeye çalışıyorum.
Bu yazıyı O'na atfediyorum.
Hayat zorlu iniş çıkışlarla dolu. Bu yaşamımız boyunca süregelen ve kalbimiz attığı sürece de devam edecek bir gerçek. "Kalbimiz attığı sürece" kısmının üstünde özellikle durmak istiyorum. Çünkü hayat da kalp ritmimiz gibidir, elektrodiyafram ekranında yükselip alçalan. Kalp durup yaşam son bulduğunda ise yalnızca dümdüz bir çizgi vardır, ne iniş-çıkış görürsünüz ne de yükselip alçalma.
Birsürü an'ın üst üste yığılmasıyla oluşan şeye biz 'hayat' deriz. An'lar mutlu, hüzünlü, şehvetli, öfkeli olabilir ve sizin hayata bakış açınızı hangi duygunun bu an'arda yoğun olduğu belirler. Genel duruşunuzu, felsefenizi, hatta bakışlarınızı bile yaşadığınız olaylar, edindiğiniz tecrübeler; özetle az önce de söylediğim gibi, hayatınıza hangi duygunun nispeten hakim olduğu belirler. Hal böyle olunca, hayatı acılara göğüs gererek geçen birinden nasıl ki gülücükler saçmasını bekleyemezsek -ki yine de onlar daha çok gülerler- yaşamında mutluluğu, huzuru daha çok tatmış birinden de kötü bir olayda tüm gemileri yakmasını bekleyemeyiz.
Bize herkes tarafından "Polyannacılık" dikte edildi, çok uzun yıllar benimseyip felsefem edindiğim bu şeyin son birkaç yıl içinde kandırmaca olduğuna kanaat getirdim. Polyannacılık, içinde bulunduğun kötülüğü anlamak, hissetmek yerine küçük çocuk gibi omuz silkmektir. Burada amacım ne iyimserliği kötülemek ne de kötümserliği savunmak. Hatta aksine kötümserliğin korkunç bir şey olduğunu düşünürüm, öğrenilmiş çaresizlikle de çokça ilişkilendirilen bu kavram kişinin başına gelen herhangi bir kötü olayda her şeyin kötü devam edeceğine inanması ve kendini dibe itmesidir. İyimserlik ise kötü olaylara karşı geliştirilen bir taktiktir. Bugünlerde de sıkça duyduğumuz ve benim de çokça sevdiğim bir şarkı sözü olan "Her şey güzel olacak." cümlesidir, inanmaktır. Aynı zamanda bir mizaç özelliğidir ve gerçekçidir. Polyannacılık ise gerçekçilikten uzak; hayata tutunmak için ve ona karşı oluşturulan bir savunma mekanizmasıdır. bükemediğin bileği öpmektir. Bense bükemediğim bileği kırmayı tercih ederim. "The Sea Inside" filminin yeri bende başka olduğundan Ramon karakteri üstünden küçük bir örnekleme yapmak istiyorum. Ramon gençliğinde yaşadığı bir kaza sonucu felç oluyor ve vücudunun boynundan aşağısını kullanamaz hale geliyor. Polyannacılar, geri kalan tüm hayatını yatağa ve başkalarına bağımlı halde geçiren Ramon'a onunla ilgilenen, onu seven insanlar olduğu ve hala nefes alabildiği için mutlu olmasını tavsiye edeceklerdir. Sanırım bu noktada birinin onlara yaşamanın, nefes alabilmekten daha öte bir şey olduğunu anlatması gerekiyor. Ama Ramon bir polyannacı değil, o bir devrimci ve köşede yalandan gülümsemek yerine istediği şey uğruna savaş veriyor. Ötenaziyi savunuyor, istiyor, gerçekleşmesi için elinden gelen her şeyi yapıyor ve başarıyor da. Ramon, o bileği kırıyor.
İki kavram da kendi içinde iyi ve kötü özelliklere sahip olsa da ikisini de mantıksız buluyor ve kabul etmiyorum. Bir olay, durum veya süreç iyiyse iyidir, kötüyse kötüdür. Bunu şekilden şekle sokmanın hiçbir manası yok. Eğer hayatınızın içinde bulunduğu döneminde yaşadığınız acı olaylar iyilikleri görmenizi engelliyorsa ve siz de hüzünlü bir ruh hali içindeyseniz bu sizi kötümser yapmaz. Bana zorla bu iyilikler gösterilmeye çalışıldı ve kötülükleri absorbe edeceğime inanıldı. Oysa ben köşeme çekilip gülümsemek, kötülüklerden kaçmak değil; onlarla yüzleşmek, onları tanımak ve onlarla savaşmak istiyordum. Bu savaşı kaybediyor olmam beni kötümser yapmaz, gazi yapar.Yaşam boyu şahit olduğum kötü olaylar ve onları düzeltmek için kendimi hırpalamam da beni kötümser biri yapmaz, sadece dünyanın benim için yaşanılması güç bir yer olduğunu kanıtlar.
Hayata karşı kazanamayacağımı bildiğim bi' savaş açtım sırf bir "belki" uğruna, ona karşı strateji geliştirip uygulamaya koydum: "Potansiyellerini ve sınırlarını bil, çabala; ama en kötüye hazırlan." En kötüye hazırlanmak, en kötünün gerçekleşeceğine inanmak değildir. Olasılıkları düşünüp B Planı, hatta gerekirse Z Planı yapmaktır. Bu bir insanı kötümser değil, yalnızca tedbirli yapar. Bu yüzden kendime "Her şey güzel olacak." yerine, "Her şey güzel olabilir, ama kötü de olabilir." demeyi tercih ettim ve nitelemeniz benim olduğum şeyden çok uzaktı.
Kötümserlik mi? Kahkahalarım büyüktür, dansa tutkunumdur ve sevişmeye bayılırım. Kendimi sulara bıraktığımda hissettiğim şey acı değil, vücudumu okşayan akışkan bir eldir. Otobüsü kaçırdığımda "Tüh ya!" dedikten hemen sonra "Neyse, sağlık olsun." derim. Sabahları aynaya bakıp Tanrı'ya teşekkür eder, gözlerimi temizlerim. Sağlıklı, birlikte olmak için tercih edilen kadın olmak, gün batımını izlemek, buğulanmış cama resim çizmek benim için hayatın güzel yönleridir ve iyidir; ancak maddi problemlerim, ailevi sıkıntılarım, toplumdaki yozlaşma sonucu insanlarla arayı açıp yalnızlaşmam, zarar vermediğim bir kişi tarafından, hiç sebep yokken, zarara uğratılmam kötüdür. Sosyal dayanışma iyidir, milyonlarca insanın ölümüne sebep olan savaşlar kötüdür. Her şeyi kendi içinde değerlendirirsek iyimserlik ve kötümserlik kavramları anlamını yitirir.
Annem, ne zaman bir şeylerden yakınsam daha kötü durumda olanları gösterip mutlu olmamı -tabiri caizse kendimi avutmamı- bekler. Bense onlara bakıp mutlu olmak yerine, onlar için de üzülüp "Bunu düzeltmek için ne yapılmalı?" diye düşünürüm. Annemin öğüdü, ne yazık ki, bu kez korkunçtur. Kötü bir olaya odaklanıp mutlu olmak komediden başka bir şey değildir, acınasıdır. Annemin onca acıyla bu toz pembe gözlükleri sayesinde mücadele ettiği aşikar. Belki gözlüğü çıkarıp gardını alsa bir daha o gözlüğü takmasına gerek kalmazdı.
Yine başka bir arkadaşım kötümser olmamdan dem vururken ona şöyle bir soru sormuştum; "Şu zeminin dışkıyla kaplı olduğunu düşün. Ama şurada küçük bir çiçek var. Çiçeğe mi odaklanırsın, dışkıya mı?" Çiçek, tek başına muhteşem bir yaşam formu olsa da dışkıyla kaplanmış ve kokuşmuştur. Onun varlığını fark etsek bile dokunamaz ve koklayamayız. Hatta tek arzuladığımız şey; odadan çıkmak olur ve bu metaforda odadan çıkmak, intihar etmekle eşdeğerdir.
Belki çiçeği görmüyorum, ama odayı da terk etmiyorum. Ben sadece odayı temizlemeye çalışıyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)