7 Mayıs 2020 Perşembe

KENDİMLE BİRTAKIM KONUŞMALAR







Kendim kendimi anlamadı, sen de anlamayacaksın. Demem o ki okuma, vakit kaybı.


Bu koca şehirde yapayalnızdım. Yine de bu sokaklar bana dar gelirdi. Bıkmıştım aynı yolları farklı şekillerde yürümekten. Hep mi aynı ağaç giyinip soyunurdu şu köşede, hep mi aynı adam sigarasını içerdi kaldırım üstünde? Hep aynı çocuklar mı toplardı çöpleri, yoksa bana mı aynı gelirdi?  Detayları severim, bu kez atlamış mıydım her gün yaşarken aynı günü?  Kaldırım taşlarını mı saymıştım sadece, hep mi saate bakmıştım yürürken? Hâlbuki severim etrafıma baka baka yürümeyi.

Şimdilerde pek çok şey değişti. Değişmeyen tek şey, yine yalnızlığım oldu. Sizler kalabalık masanın bir üyesi olacak incelikteydiniz, çat kapı gelen dostlarınız vardı. Eksik yanlarınızı usulca örtecek bir nineniz vardı belki. Size bağırmayan bir babanız? Ben sizin evlerinizin saat­lik misafirleri olur, yine kaygan zeminli balkonunuza çıkar, sigaramı içerdim. Ben sizin kötü yanınızdım, ben sizin “Haline şükret” inizdim. Ben size, acımla keyif verirdim. Üzülürdünüz elbet, ahlanıp vahlanırdınız. Ama şükür kıyasınız ederdiniz beni. Olsun, yemekleriniz güzeldi. Niyetiniz de elbet.

Hak yemem ben, sizler iyi insanlardınız. Adalet mühimdir, her şeyde ölçülü olmayı bilmek gerek bu hayatta. Teoride güzel işlerdi aklım, ama söz konusu kendim, kendi eylemlerim olunca yerle yeksan olurdu her şey. Ölçüyü kaçırırdım severken, sevişirken, koşarken, durur­ken bile.  Öyle çok dururdum ki nice trenler geçerdi önümden, nice mevsim açar sönerdi is­tasyonda. Ölçülü olduğum zamanlar da oldu elbet. Hayatımdaki tek tük iyiliği o zamanlara borçlu­yum.

Ne diyordum? Yalnızdım işte boylu boyunca. Bir ince battaniyeye uzanmış bornozumla, siga­ramı içiyordum yine. Saçlarımdan su damlaları düşüyordu parkeye. Sere serpe uzanmış gö­ğüslerime, hareketsiz bacaklarıma bakıyordum. Bu beden, benim miydi? Bu kaburgalar, bu nefes, durmadan alçalıp yükselen gövdem bana mı aitti? Ben istememiştim ki bunlarla bütün olmayı. E öyleyse?

Bazı adamlar, bu bedeni öperken kendinden geçmişti. Bu ten, yumuşak ve pürüzsüzdü; hep sevmişlerdi. Çelimsiz, naif bir kadın bedeni gibi de değildi oysa. Bu bedende kas ve kemik vardı yığın yığın. Uzun damarlar görünürdü çatlamış ellerin, beyaz bileklerin ardında. Bir et geriliydi üstüne. Öyle bir etti ki sıyrılıyordu. İnsansam eğer ben, insan bu kadardı işte.

Ya o adamlar, neredeydiler şimdi? Sahi, kötüydüm ben. Kötüler arzu edilir, ama sevilmez­lerdi.

Tabi ya, yalnızdım ben. Ama kalabalık olmak da istemiyordum. Bir, çok az; iki, çok fazlaydı benim için. Yine de ne bu yüksek, büyük eve sığardım ne de sürekli koşan bu şehre.

Şimdilerde her şey değişti. En izbe kimliğimi, sınırlarımı ve sınırsızlığımı, bedenimi keşfettiğim bu şehir,  bedenim kadar yabancıydı artık bana. Ben ayaktaydım, ben masada yazı yazıyor­dum, ben aynaya bakıyordum, ben soyunuyordum ve tüm bunları uzanırken yapıyordum. Ya delirmiştim ya ruhum bedenimden taşıyordu artık.

Ben kimdim? Beni ne ‘ben’ yapıyordu. Bir insan nasıl kendisi olabiliyordu? Bunca benlikten kaçı, kendisinin sandığı kişi olup olmadığından emindi? Beni oluşturan her şey, aslında hiçbir şeydi. Nasıl bu kadar aciz, bu kadar basit yok olabilecek bir varlıkken benliğimi hissedebilir­dim?

Komodinin üstündeki çakmaktan, kalemlikteki makastan, duvardaki tablodan ne farkım vardı? Onlar gibi birden ve keskin bir biçimde yok oluyorsam ne farkım kalıyordu bir nesne­den? Kan pompalayan bir kalbim, kontrol mekanizmamı sağlayan bir beynim var diye mi farklıydım? Ama o nesneler daha çok işe yarıyordu, hem onların da bütünleştirici parçaları vardı.

Ya neydi farkım? Ben yok olursam birilerinin bu yok oluşa üzülecek olması mıydı?  Ama ben tablom kırılırsa, makasım körelirse, çakmağım yanmazsa da üzülürdüm; ben de onları kaybetsem üzülürdüm. Bana ait, hayatımı kolaylaştıran ve güzelleştiren nesnelerdi onlar neti­cede. Eh, her insan da diğerleri için böyle değil miydi zaten? Bir eşya gibi birbirimizin hayatını kolaylaştırıyor ya da güzelleştiriyorduk. Kırılırsak ya da körelirsek de işlevsizliğimizden yakını­lıyordu ve çöpe atılıyorduk.

Eğer beni bu nesnelerden farklı kılacak şey, hareket kabiliyetimse siz hayatı hiç anlamamışsı­nız canlarım. Bana çizilen sınırlar içinde yaşıyor, bana mümkün kılınan işleri gerçekleştiriyor­dum. Uçamıyordum mesela, kanatlarım yoktu. Suyun altında yaşayamıyordum, iznim olma­dan ve hatta bazen iznim olsa bile bu toprakları aşamıyordum. Kolları ve bacaklarının olma­ması, bu nesnelerin suçu değildi, tıpkı benim kanatlarımın olmaması gibi.

Artık bir fark bulmalıydım. Ben insandım, bu dünyadaki en üstün varlıktım, özeldim ben, akıl­lıydım ve kibirliydim tabi. Neydi aramdaki fark bu nesnelerle?.. Tabi ya, ben bir makas ürete­bilirdim, bir çakmak da. Tablo da yapabilirdim. Oysa benim gibi bir form oluşturamazdım. Eh, o zaman hiyerarşik bir düzen vardı. Ben bu nesnelerin tanrısıydım, benim de bir başka tanrım vardı. Demek, ben de benim tanrımın nesnesiydim. Ama ben onu ne güzelleştiriyor ne de işine yarıyordum. O zaman, ben neden vardım?  Son durumda; kalemlikteki makas, duvardaki tablodan ve komodindeki çakmaktan daha önemsiz, daha çirkin ve işlevsiz bir form olarak çıktım karşıma.

Sahi, ben yalnızdım. Nasıl dağıttım yine konuyu? Sabaha karşı uyuyor, odamdan sadece bo­şalan fincanımı ve şişemi doldurmak için çıkıyordum. Nefes alamazsam açıyordum pencereyi. Işığı açmıyordum bile, masa lambası ve kimi zaman birkaç mum yetiyordu karanlığı yok et­meye. “Keşke hayatımda da birkaç mum yakabilsem” diyordum. Küllük de dolup taşmıştı, çöp tenekesi de. Tırnaklarım kırılmış, duvarlarımdaki rutubet artmıştı. Dudaklarım kuruyordu, tablolarımdan biri yere düşmüştü birkaç gün evvel (Bir de hareket kabiliyeti yok zannederiz). Günleri de takip etmiyordum artık. Ha cumartesi ha salı, ne fark ederdi? Her gün birbirinin üstüne binip aynı yöne bakan, aynı şekil dairelerden bilmem kaç katlı bir bina inşa etmişti. Kümü­latif değildi geçmiş günlerimin yığını, daha çok tekerrürdü.

Kimse de gelip kolumdan çekmeyecekti, ben çekmeliydim kendimi. Ama ne önemi vardı? Öyle bir boşvermişlikti ki bu, bir adam gelse öpmeye üşenirdim; “Geç, otur ya da dokun bana. Ne yaparsan yap, ama yorma beni. Bir şey söyleme, ben kendi görüş alanıma sıkıştım. Beni burada bırak, kurtarılma istemiyorum.”

Ben yalnızdım. Güzel acılarla bezenmiş, müthiş yoksunlukları olan bir yalnız. Acıları ve yok­sunlukları severdim. Yoksunluk, elde etmeyi; acı, mücadeleyi öğretirdi. Büyütür ve genişle­tirdi beni.  Anlamıştım, acı içimde, kafamda değildi. Acı, hayatın kendisiydi. Mutlu olmaya gelmemiştim ben buraya, böyle bir beklentim de yoktu. Ben sonuç değil, süreç odaklıydım. Ha­yat; mutlu olmak için çabalanacak bir yerdi belki, ama mutlu olunacak değil. Burada bir iş biter, bir başkası başlardı. Bir dert çeker ağır ellerini sırtımdan, daha güçlü ellere devrederdi görevini. Sırtım ne kadar sağlam durursa, ne kadar az eğilir, ne kadar ayakta kalırsam o kadar öğrenirdim mücadeleyi. Her dert sınırlarımı zorlar, güçlendirirdi beni. Yenileriyle kondisyo­num yüksek, antrenmanlı ve daha sağlam yüzleşirdim. Her yaşın derdi ayrıydı; her şehrin, her kimsenin elleri sırtımda, omuzlarımda dolaşırdı. Sıvazlamazlar, öpmezler; bastırır, iter ve etimi çekerlerdi. Ama vazgeçmezdim mücadelemden, terk etmezdim cepheyi. Çünkü bilir­dim; insan kalbi durduğunda değil, mücadele etmeyi bıraktığında ölür. Bilirdim; kimse bana bir şey vermeyecek, kimse bu elleri silkelemeyecek öfkeyle. Ben de kimseyi kaldıracım yapma niyetin de değildim. Bu yüzden tırnaklarım güçlü olmalıydı. Tırnaklarım kırılır, parmaklarım koparsa dişlerimle tutunurdum bu dağın acı topraklarına.

Eh yalnızdım da gücenik değildim. Kavga, bana tetikte olmayı ve gardı indirmemeyi öğretmişti. Ama biraz fazla öğretmişti galiba. Gerçek bir güzellik gördüğümde ne yapacağımı bilemedim. Bencildim, o güzelliği korumak istedim onu çirkinleştirmek pahasına. Ya avucumda öldü ya kaydı parmaklarımın arasından. Sonra ben hep hikâyelerin kötü kahramanı oldum, ama bir hikâyede yer almış olmak da kâfiydi. İyi anılmanın bir önemi yoktu. Ne de olsa insan, insanı her şekle sokardı gerçeklikten yoksun çıkarımlarla. Bu benim değil, onun kavgasıydı artık. İsterdim bilinmeyi ve iyileştirilmeyi, yine de talep etmezdim. Ağlamayana meme yoktu tabi, ama ağlayana da herkes meme verirdi. Çok sonra anladım; gerçek güzellik, riskli olsa da bir kötünün yanına sokulmak ve onun dönüşmemiş halini keşfetmekti. Tehlikeyi görmek, tanımak; ama savaş stratejisini yaşamak değil, ölümün niteliğini belirlemek adına yapmaktı. Elbet silah taşımak, ama tetiği çekmemekti. Güzellik, korkusuzca yürümekti mayınlarla kaplı arazide. Güzellik, akıl işi değildi. Öyle olsa güzellik değil, rasyonellik olurdu adı. Güzellik, cesur bir kadındı; rasyonellik zeki bir adam. Güzellik, çılgıncaydı; rasyonellik sıkıcı. Rasyonel, güvenli yaşamak; güzellik, kalbin ağzında nefes almaktı. Bu yüzden hayat, rasyonel yaşanmalıydı; insanlar, güzel.

Her şey biterdi tabi,  Cicero’nun da dediği gibi, “her şey bitmek için başlar.” dı. Hegel’in dediği gibi “her tez, anti tezini doğurur.” Du çünkü. Başlangıç kendisiyle getirirdi, daha adı yokken bitişi. Güzellik, çirkinliği davet ederdi elbet. Her şey dönüşürdü, başka iyi ya da kötü bir şeye. Heraklitos’un da dediği gibi "aynı nehirlere girenlerin üzerinden, farklı sular akar" dı. Bütün çirkinlikler, iyilikler, karanlıklar, başlangıçlar ağır ağır tamamlardı değişimini. Algıda öyle ani, aslında öyle yavaş işlerdi ki bu süreç gözle görülemez tüm o küçük detaylar, varlığı reddedilemeyecek anti tezler çıkarırdı ortaya. Güzellik, özdeki tezi bulmak ve eldeki anti tezle harmanlamaktı. Güzellik, sentezden başka bir şey değildi.

Yalnızdım, bundan kendimle konuşurdum. Ana fikrim yoktu, temam yoktu. Yine de en verimli sohbetleri kendimle ederdim. Konu konuyu açardı da hiçbir konu sonuca ulaşmazdı. Zaten sonucu olan da mevzu değildi bunlar, memleketi kurtarıyordum işte. Memleket demişken; bu memlekette insanlar işleri çok zorlaştırıyordu. Her bir insan, bir doğru bellemiş ne olduğunu bilmeksizin sonuna kadar savunuyordu. Daha kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi bilmezken ne bu kadar kesin olabilirdi? Burada her şey muğlak ve tartışmaya açıktı.

Başta herkes sevilmek istiyor, kimse sevmeyi bilmiyor, sevginin ne olduğuna dahi kafa yormuyordu. İçtenlikle söylenen hevesler, tutkuyla aktarılan istekler bir başkasının kibrini besliyordu. Bu yüzden herkes bıraktı şeffaf olmayı, kimisi hiç başaramamıştı. Artık insanların çoğu diğerlerini incitmemek, sevilmek, hor görülmemek için; yalnız kalmamak, zayıf görünmemek adına ve bir gün karşısındaki kişinin işine yarayabileceği düşüncesi ile esas duygularını gizliyordu.

Bu yüzden ya takdir edilir ya büyük bir nefretin dolaylı tümleci olurdum. Ya apaçık, net bir insandım ya da hadsiz bir pervasız. Umursamazdım, eveleyip gevelemeyi sevmezdim. Her soru, cevabını göze almalıydı nihayetinde. Göze alamayan ise eksikliğini örterdi bana saçtığı çirkin laflarıyla. Gülümser ve susardım sadece. Oysa kavga etmeyi çok severdim, ama söylediklerim karşı tarafa geçmiyorsa iletişimi zorlamanın manası yoktu gözümde.

İnsanların çoğu her an değişecek kurallarına sıkı sıkıya bağlıydı. Omurgalı olmak zordu bu çelişkiler dünyasında. Kabalık ile dürüstlük ve içtenlik, cimrilik ile tutumluluk, savurganlık ile cömertlik, kendine değer vermek ile bencillik iç içe geçmiş, mütemadiyen birbirlerinin yerine kullanılıyordu. İnsanlarla azımsanmayacak bir mesafe koymuştum arama, hem kendimi hem onları koruyordum. Kızamıyordum da, çünkü biraz da su gibiydik, döküldüğümüz kabın şeklini alıyorduk. Hem yenilenmeye meyilliydik hem de pislikle dolmaya.


5 yorum:

  1. Yazının İçeriği: %20 Ego %30 Etrafa eleştiri %0 öz eleştiri %20 Hüzün %10 Diğer

    YanıtlaSil
  2. Kendini vererek okumamışsın

    YanıtlaSil
  3. Pardon: Yazının İçeriği: %40 Ego %40 Etrafa eleştiri %0 öz eleştiri %10 Hüzün %10 Diğer

    YanıtlaSil
  4. https://youtu.be/wukbxNg6rWg
    "Ben kimim, neyim?"
    Belki de tüm o bahsettiğin şeyleri içinde barındıran bilinçli bosluksun. Hem hayatın içinde olan hem de hayatı içinde yaşatan boşluk.

    YanıtlaSil