24 Kasım 2022 Perşembe

AKŞAMÜSTÜ KARMAŞASI



Archive-Again


Suçu şartlara yüklemek pek tarzım değildir, ancak kabul ettiğim bir gerçek varsa o da hayatın  derinliğimizi çalarak bizi standart bir fabrika ürünü haline getirdiğidir. Aynı banttan geçmiş paketli ürünler gibi görüyorum bu insan yığınını. Yüksek bir yere oturmuş, ellerimi arkaya doğru zemine koyup başımı kendi omzuma yaslarken bir çocuk gibi dudak büküyorum bu ışıltılı yanılgıya. Orada yaşayan insanları düşünüyorum, binlerce farklı hatırayı anımsatan yüzleri, koşuşturmanın zavallı telaşını. Yolları izliyorum, fazla gelişmiş karıncalar gibi geçip giden araçları; bu intizamlı örüntü, içimde ihtişamlı bir yere dokunuyor. Kalbi sıkıştıran bir türküyü tekrar tekrar çalıyormuş gibi hissediyorum. Varlığımın naif hüznünü duyumsuyorum. O insanlardan biri olduğumu, birazdan o kalabalıkta hiç kimseye dönüşeceğimi düşünüyorum. Biri olmak yerine hiç kimse olmanın iç ferahlatan bir yanı var gibi geliyor.

Biri olmanın başarılı hissettiren gerçek dışı tanımlamasını anımsıyorum. “Başarmak gerçekten biri olmak mıdır? Kanıtlanmış bir statü, maddi güç, tanınmışlık; sahiden başarı kıstası mıdır? Bana göre bazı şeylerin farkında olmasına karşın yaşama cesaretini göstermiş herkes, en azından bir şeyi başarmıştır.  Bana göre, hayatında en azından birine dokunabilmiş, başkasında menfaatsiz olarak bir fark yaratabilmiş herkes, bir şeyi başarmıştır. Bana göre, tüm bu kaosun içinde bir an olsun öylece durmuş, durabilmiş ve kendisine soru sormaktan korkmamış herkes bir bakıma başarmıştır.” Öylece izlerken bu uçsuz hengâmeyi kafamın içine inşa ettiğim şehrin sokaklarında dolaşıyorum böyle düşüncelerle. Bu hengâmede her gün uyanıp oradan oraya kafasındaki şehri taşıyan insanları hayal ediyorum. Nasıl bu kadar donuk bir hale gelmişken burada öylece oturup şehri izlemek kalbimi söküyor? Bu çok anlamsız; nasıl o kalabalığın içinde yürürken, yaşarken içimde zerre his uyanmazken oradan sıyrıldığım an, ardı arkası kesilmeyen düşünceler kanımı çekiyor? Nasıl bir an büyük bir hiçliğin içine düşmüşken bir an rastgele açtığım filmin o üç dakikalık sahnesi benim boğazımı sıkıyor?

Kafamda oynaşıp duran bin tilkiyle oturmuş, gerçekte neyin beni mutlu edeceğini düşünürken kentin sokaklarında elinde çantasıyla hayallerine bir adım daha yaklaşma gayreti içinde olan, tekdüze hayatını anlamlı kılma becerisine sahip insanlara bakıyorum. Sanki herkesin bir hayali var, bir hayat amacı. Sanki herkesin c planı ve koşmak için bir nedeni var. Benim yok, olmak zorunda mı? Bir hayalim olmalı mı, bir hayat planım ya da hedeflerim? Dümdüz, öylesine yaşamak bir seçenek değil mi? İpsiz sapsız gün doldurmanın nesi kötü? Birilerine muhtaç olmadıktan sonra hayatı zehir zemberek yaşamak da bi’ bakıma makul bir seçenek olamaz mı? Yüzüme çaresiz bir gülüş oturuyor, yaşamaya üşenen halimle alay ediyorum. Geçenlerde okuduğum bir cümle yankılanıyor aklımda “durgun ve oldukça keyıfsiz bir günün batışını seyrederken anlam aramak”. Belki de esas çabam, başkasının kaleminden dökülen bu birkaç kelimelik cümlede saklı. Yaşama gayretim, anlam yüklemeye değer bir şey bulmaktan ibaret belki de artık; ne para ne de mal mülk, ne başka bir ülke ne de geniş bir ev, ne özgürlük ne de bir sevgili, ne statü ne de övgü; çabalamaya değer gerçek bir şey. Yokluğunda kaygı duyacağım, olduğu her ana tutkuyla sarılacağım bir olgu. İnsanı her gün yatağından kaldırmaya değecek türden bir şey arıyorum. ... Bulamıyorum. Kendi küçük hayatımın içinde ne yapıyorum ki ben tam olarak? İndiriyorum panjurları ve kapatıyorum tüm perdeleri. Çekiyorum pençelerimi bu diyardan ve buranın karmaşasından. Her şeye buz gibiyim. Boşluğun içimde yarattığı ürpertiyi hissediyorum. Ruhum ölmediyse de bir ölüm sessizliğinde sanki.

Oturmuş uçsuz bucaksız denize ve şehre bakarken soruyorum: “Neden bir şeyleri değiştirmek için yeterince çaba harcamıyorum?” Belki inançsızlık, belki de hayal kurma yetimi kaybetmiş olmam. Kim bilir belki de korkuya eşlik eden bir üşengeçlik; koşuşturmanın orta yerinde soluk soluğa durmak, güvende hissettiren illüzyon. Her şeyi anlamsız bulan biri ne için çaba gösterebilir ki? Ama itiraf etmeliyim; bir zamanlar gerçekten bir çabam, bir niyetim vardı: Kendimi farklı kılmak. Özgün biri olmayı dilemiştim. Artık özgün biri olmanın imkânı olmadığını düşünüyorum. Cehaletimden kurtulup özgün biri olmak için denediğim yollar ayağıma takıldı. Sanki cehaletimi gidermek için yaptığım her şey, bu gerçeği bir tokat gibi daha da suratıma çarptı. Öğrendikçe cahil kaldım. Farklı sandığım her düşüncem birçok insan tarafından zaten düşünülmüş, söylenmiş ve hatta bazıları kuram haline bile getirilmişti. Bir tekrardan ibaretti farklı sandığım her şey. Yine de insanın cehaletiyle tanışması cesaret isterdi, ama cehalet asla aşılamazdı. “Gelişmiş insan” ideolojik bir terimden fazlası değildi, çünkü aslında insan yapısal olarak en iyi halinde bile “gelişmekte olan” sıfatına haiz olabilirdi. Dünyada sadece cahiller, daha az cahiller ve gelişmekte olanlar vardı. Ama gelişmekte olanlar bile körler ülkesinde tek gözü olanlardı, yine de denizin dalga sesinden fazlası demek olduğunu biliyorlardı.

İnsan esintili bir akşamüstü şehri izlerken saniyeler içinde kafasına üşüşen düşüncelere pek de güven duymamalı gibi geliyor. Boğucu bir günün acısını çıkarırken içilen birkaç kadehe bel bağlamak da doğru gelmiyor. Ama zaten, bana ne yapsam yanlışmış gibi geliyor. “İyisi mi, toparlanıp evin yolunu tutayım” diyorum, ancak evde olmayı sevmiyorum. Annemin bütünlük yoksunu oradan oraya sıçrayan heyecanlı konuşmaları, vurdumduymaz telaşı ve bitmeyen merakı beni yoruyor. Kafasının içinde geçen her şeyi gürültüye çevirmesiyle baş edemiyorum. Babamın insanı ürperten sessizliğiyse canımı yakıyor. Sanki hep bir sırrı yüreğinde taşır gibi duran hali, her an öfkeye dönmeye meyilli tek kelimelik cümleleri, odadan odaya geçerken zeminde baskı oluşturan adımları içimde bir sancı yaratıyor. Televizyon sesine karışan tabak sesleri, musluktan akan su, o esnada çalan kapı ve annemin ince sesiyle 70'lerden kalma bir türküyü çocuk hevesiyle söylemesi içimde bağırma isteği uyandırıyor. Açıklayamadığım ve açıklayamayacağım bu hisleri irdelemek ve durgun duruşumun ardında yatan gerçeği didiklemek için soracağı her soru canımı yakıyor. Her soruda bahane bulmak için debelenirken hakikate çarpmak karnıma yumruk yemiş gibi hissetmeme neden oluyor. İnsanın içini ısıtan cinsten bir atmosferin karbon gazı gibi hissediyorum kendimi.  Babamın "içindeki böcek ölmüş" dediği noktada ona gülümserken düşündüğüm şey geliyor aklıma; "evet baba, böceğim öldü. Çünkü onu içimdeki her şeyi tek tek kemiren fare yedi.”  Tüm bunları anımsayınca sanki evim, dünyanın diğer ucundaymışçasına saplanmak istiyorum bu toprağa. Ama biliyorum, kendime daha fazla tahammül edemediğim noktada hızla terk edeceğim burayı. Zaten ne zaman düşüncelerimin tuzağına düşsem oradan kaçmak için hiç kimse olmanın maskesini takıp koşuyormuş gibi yapıyorum. İnsanlar varışı olan bir parkurdayken sanki ben bir koşu bandındaymış gibi koşuyorum. Varışsız bir yoruluş bu, anlamsızlığı örtbas etme girişimi, kendimi sıradanlaştırdığım kestirme bir yol.

Burada bir şehrin maskesini yüzünden söküp atarken yine ve yeniden geçmişimi ve şimdimi düşünüyorum. Dedim ya, “kayda değer bir planım yok”, gelecek her halükarda gelecek. Bense hatalarımı keşfetmeli ve keşfettiklerimi kafama vura vura yeniden öğretmeliyim. Ancak kendimin empati yoksunu kibirli öğretmeniyim ve kendimi bırakmaya oldukça da meyilliyim. Yine de korkmadan öğretmeliyim ki, hiçbir şey yapamıyor olsam bile içinde bulunduğum anda stabil bir ruh haline erişebileyim. Hayır, uzun zamandır mutluluğu kovalamıyorum, kovalayamıyorum. Biliyorum; mutlu olma hali ya da mutluluk, doğası gereği sürdürülebilir bir şey değil zaten. Benim niyetim; mutlu olmak değil, mutsuzluktan uzak kalmak, ruhumu mutsuzluğa yabancı kılmak; hiç olmazsa mutsuzluğumu indirgemek –mümkünse tabi.

Sevgilerimi, terk edişlerimi ve kaybedişlerimi düşünüyorum; kaybedişteki öfkeyi ve o öfkenin zorunlu duraksamasını. Tanınmamışlığın çizdiği masum silueti, her allahın günü kulağıma çalınan bilmediğim, belli belirsiz duyulan şarkıya eşlik etme gayretimi, kendimi daha günahsız gösterebilmek için yaptığım ikiyüzlülüğü, yumruğumu fazla sıkmaktan kanayan avucumu, bırakırsam tekrar tutacak gücü bulamam diye her şeyi ellerim arasında kirletişimi, kırılmak üzere olan tırnağa sayısını unuttuğum kez cila sürüşümü düşünüyorum. Gecenin bir vakti üzgünüm diye beklenmedik biçimde kapıma gelip aşağı inmemi isteyen o çocuğu anımsıyorum. Durmadan sahtelikten dem vuran çocukla balkonda otururken biramı her zamankinden hızlı içişimi. Hiçbir sebep yokken yıllar sonra sıradan bir “nasılsın” sorusuna sığınanı, sevgimi bir ödül gibi evinin en görünür yerinde tutanı, doğruları baştan yaratanları, yanlışları meşru kılanları, sormadan infaz edenleri ve infaz edilmiş olanları, baştan çıkarmaları ve gerçek dışı yaratmaları anımsıyorum ve hemen ardından şimdiyi… Artık ne istenen ne de isteyen biriyim. Artık kaybetmiyorum, çünkü hiç elde etmiyorum. Artık bilmediğim şarkılara dair merak duymuyor, kulağıma çalınsa bile sansürlüyorum. Günahlarıma açıyorum gözlerimi ve avucumu kanatmıyorum. Ellerimi yıkadım tüm batıl heveslerimden. Söküyorum artık ucu çatlayan tüm tırnaklarımı. Geriye kalan tüm hatıralar ise sanki tanımadığım birinin fotoğraf kareleri gibi. Sanki o anıların içinden yürüyüp geçen ben değilim, sanki o insan bir başkası. Oradaki, benden çok uzakta; başka bir benin içinde kaybolmuş gibiyim. Oradaki kişi; içindeki buhranı, kimsenin bilmediği bir odaya kilitleyip anahtarı yutardı ve eğer buhran kapının boşluklarından sızarsa yeni odalar inşa edip her şeyi o odalara sığdırırdı. Sonra, bir noktada, çatlaklardan süzenlere meydan okumayı bıraktı ve bağışıklık kazanınca da müthiş bir anlamsızlık hissiyle baş başa kaldı. Şimdi yaşadığım her şey Polanski'nin çıraklık döneminde çektiği bir film gibi; sanki o anılar, pek bilinmeyen bir şarkıya konu olan kasaba efsanesi.

Bir umut ışığı var,  ama muallakta; her an, her yöne koşmaya meyilli tavşanın far görene kadarki ömrü kadar muallakta. Oysa dünya sahnesinin Oscar ödüllü oyuncularından biriyim. Kıvırıyorum bu işi; şaka yapmayı, cilveleşmeyi, kavga etmeyi, kalp kırmayı ve gönül almayı çok iyi biliyorum. Sorduklarında, öğüt verme gafletinde bulunamasınlar diye, cümleler arasına bazı anahtar kelimeler sıkıştırıyorum. İşin özü, yaşamayı beceriyorum; ancak yaşamın kendisini arzulamıyorum. Öte yandan sokaklarda hızlı adımlarla yürürken dış kapının kilidini açtığımda uzayan adımlarımı bir ben biliyor, düşen omuzlarımı bir aynaya gösteriyorum. Halimden gocunduğumdan değil, saklanmıyorum da. Tek derdim, halim irdelenmesin. Sorulmasın "neyin var?" sorusu. Hislerim ya da hissizliğim, başkasının derinliğini kanıtlama kaygısına malzeme olmasın. Sırf beni biraz farklı bulduğu için bendenmiş gibi yapan insana tahammülüm yok; zira ne bir farkım var ne de zihin gösterişi yapan “modern” insana toleransım. Absürt bir romanın zorlama karakterleriyiz sadece her birimiz; aynı kalemden çıkma, aynı sayfalarda dolaşan ve aynı sona mahkûm.

Öylesine kuşatılmışız ki herkes ve her şey tarafından; artık herkes, herkes gibi ve her şey her an her şeye evrilmeye meyilli. Öyleyse elimizde devinimin dönemsel ve mekânsal koşullarına bağlı gerçekler dışında bir gerçek var mı? Daha birey olmadığımız yaşlarda o veya bu şekilde maruz bırakıldığımız iyi ya da kötü tüm deneyimleri çoktan soğurmuşken kendimizi ne kadar aşabiliriz? Bu, sanki kendi etini koparıp başka bir deriyi yamalamak bedenine, ne kadar çabalasan da eğreti duran bir parça… Dünyanın neresine gidersen git, kime dönüşürsen dönüş doğduğun ev ve o çocukluk zamanları, bir noktada bileğinden tutuyor seni. Fiziksel olarak aşsan da manen taşıyorsun. Ayağındaki bir nasır, kasığındaki bir yara izi misali herkesten güç bela sakladığın; ama kimi anlarda yakalandığın o eğreti yan, hiç peşini bırakmıyor. Dünya eğreti yanını örtbas edenlerle dolu; sanki bir ayıp, bir zayıflıkmış gibi sözde idealine kavuşmak için özünü yok sayanlarla, olmak istediğine olduğunu kurban edenlerle… Ve şimdi burada şehri izlerken yeniden aynı hisleri duyumsuyorum, dikişleri atan gelişi güzel yamalarımı. Sanki ben, tüm o eğreti yanların ancak birleşince anlamlı göründüğü sürrealist bir çalışmayım artık. 

Sanki bugün kendimi görmeyi öğrendim, dikenlerimi sevmeyi. Bugün ben, sebatkar atın hikayesini dinlemeyi öğrendim. Bugün, görmeyi bilenler için binlerce acı ve lütuf olduğunu öğrendim.

Bir parçamı gömdüm bu toprağa ve vakit, eve dönüş yolunu tutma vakti artık. Hiç kimse olma vakti.


2 yorum:

  1. Fikrimce burada bugüne kadar okuduğum en güzel yazı.

    YanıtlaSil
  2. Desene artık işim daha zor, teşekkür ederim

    YanıtlaSil