https://www.youtube.com/watch?v=4eAjdYGqZQU
Binlerce asık surat, binlerce çelimsiz beden, kaybolmuş
zihin, gülmemekten gamzesini unutmuş çocuk yüzleri, koşuşturan kalabalık,
durmadan gelen gün sonu, sıkılgan esnaf,
biriken ekstre borçları, ay sonları, kiralık mülkler, sağa sola çarparak
yürüyenler, etrafta uçuşan tozlar,
dalgınlıkla girilen çıkmaz sokak, U dönüşleri, kalabalık istasyon durakları,
yaya geçitleri, dilenen çocuklar, uykusuzluk, ağrı kesiciler; hayat bunlardan
ibaret. Şehrin akıntısına kapılmış insan terse yüzmenin anlamını çoktan unuttu.
Sistemin yuttuğu ve dönüştürüp tükürdüğü bizler, posamızla yaşıyoruz çoktan
biten ömrümüzü. Bir gülüş, bir heyecan uğruna onca eziyete tahammül edip bir
güzelliğe ulaşmanın hayaliyle dolduruyoruz günleri. Ölüm kapımızı tıklatsa
kayda değer tek bir şey bulamamanın korkusuyla paçayı kurtarmaya bakıyoruz her
bir günden. Öylesine, nereye gittiğimizi bilmeden, siluetini çizdiğimiz belli
belirsiz bir hedefe koştuğumuza inanarak tamamlıyoruz yılları. Ona ulaşamayınca
"hayırlısı buymuş" deyip sırf yaşamak adına bir hedef daha koyuyoruz.
Yalan aslında, içten içe biliyoruz; yaşama katlanmanın sahte motivasyonu, bir
'belki'nin ucunda yaşamak, yükleri sırta yükleyip kalbi boşaltmak. Bu, çoktan
soyulmuş deriyi germek, şanslıdan esinlenip inandığına inanmak.
Hayatın sıkıcı olduğunu kabul etmediğimizden bu yalpalama.
Evet, hayat sıkıcı ve çoğunlukla güzel sandığımız şeylere ulaşmak kötülükle
döşenmiş yolları yürümekle mümkün. Hayatın güzel olduğunu söyleyenler var; haklı olsalardı onu güzel kılmak için bunca yükün altına girmek zorunda kalmazdık.
O, salt haliyle hiçlikten ibaret; biz içini doldurmak için günbegün
debeleniyoruz. Debelenirken keşfediyoruz, keşfettiğimiz her şeyde kaçırıyoruz
dozu. Düşünceler yakalamasın bizi diye anlamlı ne varsa içini boşaltıyoruz.
Bizim sorunumuz bu; olduğu gibi kabul etmeyi bilmediğimizden, ruhumuzu dünyaya
teslim ediyoruz. Kanepenin gıcırtısına, kaçırılan
otobüse, nezaketsiz insanlara tahammül ediyoruz sırf bir gün ellerimizin
arasında somut bir şey olsun diye. Sırf bedenimizin bizi yarı yolda bırakmaya
başladığı periyoda geldiğimizde “hiç yoktan bunu yaptım” diyebilmek uğruna bizi
biz yapan her şeyden her gün biraz daha vazgeçiyoruz. İnsanca yaşamanın
ümidiyle insanlıktan çıkıyoruz. İlk gençlikte meydan okuduğumuz ne varsa bizi
sokağın ortasında evire çevire dövünce anlıyoruz, zaten başka yolu yok. Yol
tek, ister yürü ister dur. İşte o küçücük belki uğruna yürüyoruz. 'Belki'
yerini bulmazsa buruk mücadelemizin gururlu hissine sığınıyoruz.
Çarkın içinde durmaksızın koşan fare bitap düştükten sonra nereye varmış olur? Bizim koşuşumuzun keyfi değil, zoraki oluşunu saymazsak hayatlarımızı o fareden ayıran şey nedir? Sadece bir “belki”. Koşup varamadıklarımız, çabalayıp alamadıklarımız, tekrara düşen anılar; hepsi aynı ümidin çıktısı. ‘Keşke’nin hüznünü ‘belki’nin gururuna jelatinlemek, korkudan; her öfkeli uykunun 7’ye kurulu nefessiz sabahını sarı filtreli bir sigarada söndürmek, alışkanlıktan; eskisi gibi düşüncelere dalmamak, nasırlaşmaktan; bin insanla bin tilkiyi susturmak, kolay geldiğinden; hiçbir yere varmak için koşmak, başka yol bilmediğinden.
Kendi kalibremizde olmadığına inandığımız onca insanla
muhatap olmak, hatta saygı göstermek zorunda kalıyoruz. Varoluşu dahi saygın
olmayan kimselerin boyunduruğuna hapsediliyoruz. Sesimiz biraz fazla çıksa
ensemize inen yumruğun kölesi haline getiriliyoruz. Özgürlük çığırtkanlığı
yaparken hür irademizi gölgeleyen her şeye eyvallah çekiyoruz. Hiçlikte esamesi
okunmayacak ne varsa kutsalımız yapıyoruz. Sözde gerçekleri, maddesel güzellik
uğruna hakikate tercih ediyoruz. Namı kendinden önce gelen her nesneye
“ihtiyaç” diyoruz. Hatrı sayılır sorunları basit zevklerle örtüp –mış gibi
yapıyoruz. Yarın kalbimiz dursa gözümüzün açık gideceğini bile bile ömrümüz
sonsuzmuş gibi koşuyoruz. Bildiğimiz onca acıya üç maymunu oynamak zorunda
hissediyoruz, oynuyoruz da. Kurallar belli, yol belli. Ağır aksak adımları
hızlandırmak için çelimsiz sırtımıza her gün yeni bir darbe indirilmesine
müsaade ediyoruz çaresizlikten. Döngüsel bir hayatın parmaklıklarını bükme
belki’sine bin tane pişmanlık sığdırıyoruz.
Görünmeyen kastın alt sıralarında yer seçebilmek için
emeğimizin yarısını tüzel kişilere armağan ediyoruz ve böylece edinme özgürlüğümüz
olduğuna inandırılıyoruz. Halbuki mesaiye ayrılan günlerden biriktirdiğimiz bir
ömrün mahkûmuyuz. Ne kefeni yırtıyoruz ne de mezara giriyoruz. Oysa beraat
gününün hayaliyle ayaklarımızı sürüdüğümüz o pisliğe çoktan batmışız. Ücrada
kalan bir parça hevesin ipini tasma gibi geçirmişler boynumuza. Gördüğümüz
birkaç sokaktan ibaret sanıyoruz dünyayı. Yediğimiz bir güzel yemeğin damakta
bıraktığı yürek burkan tadını arıyoruz adım adım. Az okşansa başımız, inanıyoruz
yolun çiçeklerine. Bi' anlığına dünyanın parlak ışıklarına kanıyoruz, hep
ihtiyaçtan. Çıkar yol yok ya, işte o ufacık anın inancıyla, çürüyoruz. Önce ruhlarımız, sonra da bedenlerimiz kokuşmaya başlıyor yavaş yavaş. Kim
olduğumuzu çoktan unutturmuş bir mücadelenin gıcırdayışı bu. Olağan biçimde
kaçınılmaz varsayılan son, bir şuursuzun yarattığı girdapta sönen hayat,
sınırsız bir Truman Show, öyle dendiği için öyle yaptıklarımız, öyle öğretildi
diye öyle yaşadıklarımız, nesneleştirilmiş bir soluğun ıstırabı, haşmetli bir
çürüyüş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder