6 Kasım 2022 Pazar

'BELKİ'

 


https://www.youtube.com/watch?v=4eAjdYGqZQU

Binlerce asık surat, binlerce çelimsiz beden, kaybolmuş zihin, gülmemekten gamzesini unutmuş çocuk yüzleri, koşuşturan kalabalık, durmadan gelen gün sonu, sıkılgan esnaf,  biriken ekstre borçları, ay sonları, kiralık mülkler, sağa sola çarparak yürüyenler,  etrafta uçuşan tozlar, dalgınlıkla girilen çıkmaz sokak, U dönüşleri, kalabalık istasyon durakları, yaya geçitleri, dilenen çocuklar, uykusuzluk, ağrı kesiciler; hayat bunlardan ibaret. Şehrin akıntısına kapılmış insan terse yüzmenin anlamını çoktan unuttu. Sistemin yuttuğu ve dönüştürüp tükürdüğü bizler, posamızla yaşıyoruz çoktan biten ömrümüzü. Bir gülüş, bir heyecan uğruna onca eziyete tahammül edip bir güzelliğe ulaşmanın hayaliyle dolduruyoruz günleri. Ölüm kapımızı tıklatsa kayda değer tek bir şey bulamamanın korkusuyla paçayı kurtarmaya bakıyoruz her bir günden. Öylesine, nereye gittiğimizi bilmeden, siluetini çizdiğimiz belli belirsiz bir hedefe koştuğumuza inanarak tamamlıyoruz yılları. Ona ulaşamayınca "hayırlısı buymuş" deyip sırf yaşamak adına bir hedef daha koyuyoruz. Yalan aslında, içten içe biliyoruz; yaşama katlanmanın sahte motivasyonu, bir 'belki'nin ucunda yaşamak, yükleri sırta yükleyip kalbi boşaltmak. Bu, çoktan soyulmuş deriyi germek, şanslıdan esinlenip inandığına inanmak.

Hayatın sıkıcı olduğunu kabul etmediğimizden bu yalpalama. Evet, hayat sıkıcı ve çoğunlukla güzel sandığımız şeylere ulaşmak kötülükle döşenmiş yolları yürümekle mümkün. Hayatın güzel olduğunu söyleyenler var; haklı olsalardı onu güzel kılmak için bunca yükün altına girmek zorunda kalmazdık. O, salt haliyle hiçlikten ibaret; biz içini doldurmak için günbegün debeleniyoruz. Debelenirken keşfediyoruz, keşfettiğimiz her şeyde kaçırıyoruz dozu. Düşünceler yakalamasın bizi diye anlamlı ne varsa içini boşaltıyoruz. Bizim sorunumuz bu; olduğu gibi kabul etmeyi bilmediğimizden, ruhumuzu dünyaya teslim ediyoruz. Kanepenin gıcırtısına, kaçırılan otobüse, nezaketsiz insanlara tahammül ediyoruz sırf bir gün ellerimizin arasında somut bir şey olsun diye. Sırf bedenimizin bizi yarı yolda bırakmaya başladığı periyoda geldiğimizde “hiç yoktan bunu yaptım” diyebilmek uğruna bizi biz yapan her şeyden her gün biraz daha vazgeçiyoruz. İnsanca yaşamanın ümidiyle insanlıktan çıkıyoruz. İlk gençlikte meydan okuduğumuz ne varsa bizi sokağın ortasında evire çevire dövünce anlıyoruz, zaten başka yolu yok. Yol tek, ister yürü ister dur. İşte o küçücük belki uğruna yürüyoruz. 'Belki' yerini bulmazsa buruk mücadelemizin gururlu hissine sığınıyoruz.

Çarkın içinde durmaksızın koşan fare bitap düştükten sonra nereye varmış olur? Bizim koşuşumuzun keyfi değil, zoraki oluşunu saymazsak hayatlarımızı o fareden ayıran şey nedir? Sadece bir “belki”. Koşup varamadıklarımız, çabalayıp alamadıklarımız, tekrara düşen anılar; hepsi aynı ümidin çıktısı. ‘Keşke’nin hüznünü ‘belki’nin gururuna jelatinlemek, korkudan; her öfkeli uykunun 7’ye kurulu nefessiz sabahını sarı filtreli bir sigarada söndürmek, alışkanlıktan; eskisi gibi düşüncelere dalmamak, nasırlaşmaktan; bin insanla bin tilkiyi susturmak, kolay geldiğinden; hiçbir yere varmak için koşmak, başka yol bilmediğinden.

Kendi kalibremizde olmadığına inandığımız onca insanla muhatap olmak, hatta saygı göstermek zorunda kalıyoruz. Varoluşu dahi saygın olmayan kimselerin boyunduruğuna hapsediliyoruz. Sesimiz biraz fazla çıksa ensemize inen yumruğun kölesi haline getiriliyoruz. Özgürlük çığırtkanlığı yaparken hür irademizi gölgeleyen her şeye eyvallah çekiyoruz. Hiçlikte esamesi okunmayacak ne varsa kutsalımız yapıyoruz. Sözde gerçekleri, maddesel güzellik uğruna hakikate tercih ediyoruz. Namı kendinden önce gelen her nesneye “ihtiyaç” diyoruz. Hatrı sayılır sorunları basit zevklerle örtüp –mış gibi yapıyoruz. Yarın kalbimiz dursa gözümüzün açık gideceğini bile bile ömrümüz sonsuzmuş gibi koşuyoruz. Bildiğimiz onca acıya üç maymunu oynamak zorunda hissediyoruz, oynuyoruz da. Kurallar belli, yol belli. Ağır aksak adımları hızlandırmak için çelimsiz sırtımıza her gün yeni bir darbe indirilmesine müsaade ediyoruz çaresizlikten. Döngüsel bir hayatın parmaklıklarını bükme belki’sine bin tane pişmanlık sığdırıyoruz.

Görünmeyen kastın alt sıralarında yer seçebilmek için emeğimizin yarısını tüzel kişilere armağan ediyoruz ve böylece edinme özgürlüğümüz olduğuna inandırılıyoruz. Halbuki mesaiye ayrılan günlerden biriktirdiğimiz bir ömrün mahkûmuyuz. Ne kefeni yırtıyoruz ne de mezara giriyoruz. Oysa beraat gününün hayaliyle ayaklarımızı sürüdüğümüz o pisliğe çoktan batmışız. Ücrada kalan bir parça hevesin ipini tasma gibi geçirmişler boynumuza. Gördüğümüz birkaç sokaktan ibaret sanıyoruz dünyayı. Yediğimiz bir güzel yemeğin damakta bıraktığı yürek burkan tadını arıyoruz adım adım. Az okşansa başımız, inanıyoruz yolun çiçeklerine. Bi' anlığına dünyanın parlak ışıklarına kanıyoruz, hep ihtiyaçtan. Çıkar yol yok ya, işte o ufacık anın inancıyla, çürüyoruz. Önce ruhlarımız, sonra da bedenlerimiz kokuşmaya başlıyor yavaş yavaş. Kim olduğumuzu çoktan unutturmuş bir mücadelenin gıcırdayışı bu. Olağan biçimde kaçınılmaz varsayılan son, bir şuursuzun yarattığı girdapta sönen hayat, sınırsız bir Truman Show, öyle dendiği için öyle yaptıklarımız, öyle öğretildi diye öyle yaşadıklarımız, nesneleştirilmiş bir soluğun ıstırabı, haşmetli bir çürüyüş.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder