31 Ağustos 2022 Çarşamba

DÜĞÜM

 


                                                       https://www.youtube.com/watch?v=RaUm2RY_UNw

İnsan neden hep yarası yarasına denk düşeni sever? Kalbimiz binlerce kez paramparça olsa da her şey bizi içine çeken sonsuz bir karadelik gibi görünse de bir çıkış var mıdır? Hayata tutunmak için kaç sıradan şeyi büyülü maskelerin altına saklarız? Katlanmak için bu hüzünlü gerçeğe kaç bardağı doldururuz bulanık suyla? İnsan kaç kez çeker dizlerini göğsüne soğuk bir fayansa yaslanırken? Kaç gece sarılır alkole, kimin koynuna sığınır? Kaç kez sevgileri bir sabah mahmurluğunda harcar? Rüya değilse, eğer her şey bütünüyle bir gerçekse bir sonu var mı, bir bitiş çizgisi, bir sınır noktası var mı? Ölüm mü çözer düğümleri? Bir kopuş mümkün mü ya da bir dokunuş? Belirsizliğe verdiğimiz boyunlarımız nasıl dik duracak bu sisli yeryüzünde? Dik yokuşların başında düşünmedik mi her seferinde “değer mi” diye? Hiç mi uslanmadık şu vakitsizlikte? Hala mı kalbimizi kendi ellerimiz arasında buruşturuyoruz?

Sokak hayvanlarını besler gibi bir toklukla var olduk da ondan mı bu çabasızlığımız? Neden kalp atışlarımız hep stabil, hiç hızlanmaz mı? Dokunmadan dokunmanın tadına hiç varmamış gibi nankörüz. Benciliz, nasıl böyle körkütük bir yokluğun bizi çalmasına izin verdik? Onca yasak arasında bir dokunuşun kuytusuna hasret kaldık, beceremedik. O meşhur şarkının iki mısrasına sıkışıp kaldık. Konuşulması gereken onca şeyi havaya bıraktık, bir uçurtma gibi süzülmelerine izin verdik. Kol düğmelerinin yan yana gelmesi öyle basitken nece zorlaştırdık.

Biz kimiz? Neden dünya dapdar bir yörüngede gezinir onca uçsuz evrende, ondan mı ilham alırız? Kendimi zorla ittiğim bu fare tuzağından çıkmam mümkün mü? Sanmam, hayatım o kadar neşeli değil. Bu tuzağın ortasında ölmek isterdim, tam şu an, daha cümlemi bile bitirmemişken özensiz bir ölüm dilerdim. Köksüz, bağsız olmayı dilerdim. Annemi emmemiş, babamın omzuna hiç başımı koymamış olmayı, abimin şakağımdan hiç öpmemiş olmasını dilerdim. Bunlar olmasa hala yaşıyor olmaz, bu yıkıntıya katlanmak zorunda hissetmezdim. Ne zaman ölüm beni içine çekmeye kalksa bu korkunç gerçeklik çarpıyor yüzüme, hayatlarını nasıl mahvederim? Emeklerini nasıl çöpe atarım umarsızca? Sırf bu yüzden, o yıllarımı geçirdiğim binanın 27. katında yalnızca başımı sarkıtmakla yetindim hep. Göz kapaklarım soğuk bir kışın esintisiyle titrerken düşündüm; or’dan yere inene kadar geçecek o kısacık son anı. O kısacık an en büyük pişmanlığım mı olurdu, en büyük gücüm mü?  Ama işte bur’dayım hala. Bir anne sevgisi ve bir baba kucağı hatırına yaşıyorum nicedir bu bitmek bilmeyen acı ve tükenmeyen bir ölüm iştahıyla.


HİSLER

 



Sanki ne yaparsam yapayım yetemiyorum bu hayata. Dünya beni hoyratça sürüklüyor enlemleri arasında. Buna rağmen mevsimlerim değişmiyor, günlerim acılı bir annenin kalbinde yatan sırrı tekrar etmekten ibaret. Döngüyü kıramıyorum, ne için çabalasam hayat benimle alay ediyor. Rahatsız bir sandalyenin üstünden izlediğim günbatımı gibi acım güzelliklere eşlik ediyor. Güzelliğin içine gizlenmiş tuzaklı yolların peşinde savruluyorum. Tuzağa bile isteye düşmemişim gibi bir yıkıntının altından uzatmaya çalışıyorum güçsüz bileklerimi. Serin bir denizin, ıslak bir toprağın ve usul öpüşlerin tadına hiç varmamışım gibi acının kolları tarafından kıstırılıyorum. Boğulduğumu hissediyorum. Boşluğa üflemekten farksız olmadığını bildiğim halde durmaksızın derin iç bir çekişe sığınıyorum.

İçimden dağlar, denizler fışkırıyor. Bense bir ekrana sıkışmış vaziyetteyim. İçimde biri uzaklara koşuyor. Ben, durağanlığın adı olmuşum. İçim, akli belirti göstermeksizin haykırıyor. Bense sessizliğe kurban etmişim dilimi. Nefesimi hissetmekte zorlandığım sıradan bir yaz gününde, beni içine çeken uykuya kafa tutmak için yeterince modernleşememiş bir şehirli gibi kahveye sarılıyorum. Kahve aydınlatmıyor, ancak acı ve yavan tadının rahatsız ediciliği beni uyanık tutuyor.  İşte böyle yaşıyorum şu üç adımlık hayatı; kaçamadan ve sıkışarak. 

Etrafım iki çift lafın artığını temizleyenlerle çevriliyken sırf gün doldurmak için katlanıyorum tüm bu cehalete. Kimsenin gerçekte kimseyi umursamadığı masalarda, gülüşmelerde buluyorum kendimi. Kimsesizlik, her zaman somut bir yokluğu aramıyor. İnsan, insanların arasında bile kimsesiz kalıyor ya en kötüsü bu. Nasıl olduğumu soranlara “iyiyim” diyor, o yavan esprilerine gülüyormuş gibi yapıyor ve dahası konuşma sırası bana dönmesin diye ara vermeksizin soru soruyorum. Hem onlarla ilgilendiğimi düşünüyorlar hem de onlar iştahla sıkıntılarını anlatırken ben kendi kafamın içinde yürüyebiliyorum. Can kulağıyla dinlemeyi, sözlerinde kendimi bulmayı, söylediklerini idrak etmek için çaba sarf etmeyi onca istememe rağmen bu uğraşa değer birini bulamıyorum.  Böylece elimden ve dilimden dökülenlerle kendime dostluk ediyorum. İşte bu yüzden 15 yaşından beri günlük tutuyorum, ancak hiçbir zaman günümü ve eylemlerimi değil; yalnızca ve yalnızca hislerimi yazıyorum. Kelimelere sığdırabildiğim kadarını mazinin gizli sayfalarında tutuyorum. Kendime kalan bu mirasın, pek de gönüllü olmayan bir varisi gibi yıkık dökük cümleler arasında gezinirken hem gülüyorum hem de ağlıyorum.  İnsan neden hislerini bir satır arasına iliştirme gereği duyar ki onca insan arasında? Basit, ya hisler uygun değil paylaşmaya ya da insanlar.  Bazen birine hislerini anlatmak orduları yenmekten ve intihardan daha zor oluyor. Dahası insan kimi zaman kendisine karşı bile ketum davranıyor. 

Hisler hiçbir zaman bütünüyle resmedilemez, somutlaştırılamaz; ancak denenir. Hisler böylesine izaha muhtaç ve anlaşılmaya açken karşı taraf sıklıkla kendi çerçevesinin içine alıp sınırlı ve köşeli bir parçanın içine hapseder o ruhu yangın yerine çeviren hisleri. Dolayısıyla kendini, kendi zihninden salık bırakacak birine rastlamadıkça –ne yazık ki bu imkânsız- insan içine dönüp yalnızlaşır ve artık kalbini birine açmaktansa hislerini bir duvara, bir kâğıda anlatmayı daha cazip bulur. Bazense yarım yamalak hislerin ortasında şu yuvarlağın ufak tefek işleriyle gün doldurur. Kim bilir, belki biraz da bu yüzden hayata dair derin konuşmaları sevsem de içine düştüğüm çukuru kimseye açmaya heves etmem. Daha ziyade varışsız bir suskunluğu örten, her an kahkahaya dönmeye meyilli tebessümlerle yaşarım hayatı.

Özensiz çizilmiş bu yolu tamamlarım günbegün. Zincirlerimi kırmayı hayal ederim ve kefeni yırtmayı. Daha önce tanışmadığım bir yokuşun sonunda yeni bir benle tanışmayı ümit ederim. Nasıl bir insanım ben, nasıl her şey böylesine metalar dünyasına adanmışken hala hayallerin peşinde sürüklenirim? Bilmez miyim bir kader mahkûmu olduğumu, bilmez miyim kararmış alnımı okşamaya yetmeyen gücümün kendimi boğmaya yettiğini? Bilmez miyim mutlu bir son yok, hatta mutsuz bir son dahi yok. Öylece, gelişigüzel bir son var yalnızca. Yolun bittiğini bile kavrayamadığımdan sendeleye sendeleye hala yürüdüğüm o boktan yol.  Sınırları çoktan çizilmiş ben, düzlüğün yanılsamasında terden sırılsıklam olmuş, kokuşmuş ve ayakları toza toprağa bulanmış halde çoktan geldiğim sonu, arar dururum.


5 Ağustos 2022 Cuma

CİN

 



Elsiane-Nobody Knows 


Bencilliğin kurbanlarıyız. Durmadan birilerinin bencilliğini, kibrini besleyen nesnelere dönüşüyoruz. Böylece dönüştürülüyoruz. Kimliğimizi koruyacak alanı tanımıyor hayat. Yollarımızı kesiştirdiği insanlar ile yapıyor üstelik bunu. İnsan kendini korumayı ne zaman öğrenir, yeterince yarım kalmışlıkla mı? Her durgun denize dalmamayı ne zaman öğrenir? Önce derinliğe, suyun soğukluğuna, zemine bakmayı? Öğrenir mi? Öğrenirse kendi olur mu?

Hayatta kalmak için her geçen gün hissiz, sığ ve sıradan insanlara dönüşüyoruz. "Büyümek" diyoruz utanmadan adına. Büyümek, çürümeye eş değer mi? Soru işaretlerim yaş aldıkça artıyor, ancak esas olması gereken şey olmuyor; büyümüyorum. Büyümek istemiyorum. Büyük bir çocuk oluyorum yalnızca. Kalkıştığım her ne varsa sonunu, ihtimalleri görebilecek kadar yetişkin; ancak olası sonuca göre hareket etmeyecek kadar çocuğum. En azından korkak değilim; ne istediğimi biliyorum, ne beklediğimi, ne kadarını alabileceğimi ya da ne kadarına kanaat edeceğimi, ne kadarını aramamam gerektiğini. Büyümek beni alıkoymuyor, kız çocuğumu zor zamanlar için saklıyorum. İşte böylece beni yakacak ateşin ışığına kanıyorum. Yanıyorum, ancak kül olmaktan da haz alıyorum. Ben de bir anka kuşuyum, ne kadarımı biliyorlar?

Aslına bakarsan bilmiyorlar, bilmeyecekler. Bilmek, her ne kadar bazen acı verse de öğrenmeye cesaret edenlerin mükafatıdır. Bilmek, tanımaktır; bilmek, görmektir. Bilmek, korkmamaktır. İnsan bildiği, gördüğü şeyden korkmaz. O yüzden denir; “Dişini gösteren köpek ısırmaz”. Isırmaya niyeti olan, dişini göstermeyerek verir acıyı. Isırık değil, beklenmedik olması yakar insanın canını. Hayat bizi acımasız sürprizlerden korusun.

Eğer orada bir yerde tanrı varsa benim için bir planı var mı, onun ya da senin için? Bunca acıyı, iyiliği ve güzelliği zıttından keşfedelim diye mi yönlendirdi? Tutunacak tek dalım bu. Ne saçmalıyorum. İkindiye yaklaştık, çok da içmedim hâlbuki. Gündüz sarhoşluğu diye bir şey var. Düşüncelerden kaçmak gündüz daha kolay gibi; ama hayır, yeterince tecrübe etmemişliğin masum cehaleti var üstümde. Şimdi bu masa benim cehennemim. Ne zaman dört sandalyeden üçü boş kalsa bu oluyor. Şimdi karşımda kazayağı desenleri olan sandalyeye bakıyorum, biri varmış gibi hayal ediyorum. Şizofren olmayı dileyeceğimi sanmazdım, diliyorum. Cin, senden daha az olmalı.