22 Mayıs 2020 Cuma

VAR






-her el, bir var-


 Herhangi siyasi ve dini gönderme içermemektedir.

Hangi aşılmaz köprülerden geçeriz şu hayatta, hangi uzakları yakın kılar, hangi çirkinliği alt ederiz, hangi duvarları yıkar, neler inşa ederiz? Her şeyi değiştiririz zamanla, ne savaşlardan galip çıkar, ne çok beyaz bayrak çekeriz. Bazen zaferizdir, bazen mağlubiyet.

Korkularımız var. Her gün yığınla şeyden kaçıyor, her gün yığınla şeye sırtımızı çeviriyoruz.  Omuz silkiyoruz durmaksızın, inkâr ediyoruz. Yaklaşmakta olana kör kesiliyoruz, yok saymayı ‘yok etmek’ sanıyoruz.  

Düşman, tanımadan alt edilemeyeceği gibi düşmanla çarpışmadan da zafer elde edilemez. Ayak izlerimizi bıraktığımız toprak parçasından cepheye kaçıp saklanıyor, düşmanı yenmiş olmayı ümit ediyoruz. Cephanemiz tam, ama atağa geçmiyoruz.  Öyle çok kaçıyoruz ki; düşman, tüfeğini başımıza yasladığında bile gözlerimizi kapatıp onu görmeyi reddediyoruz. Bir açsak gözlerimizi, yeneceğiz . Ama açmıyoruz, çünkü cesaretimiz yok kendi içimizdeki düşmanla yüzleşmeye.

Aldanışlarımız var. Güzelliğe muhtacız, her gün yanılsamaları hakikat belliyoruz.  Hayalimize bir form yaratıp var ettik sanıyoruz. Sanrılar, sancılarımızı tetikliyor. Sonra hayallerimizi suçluyoruz, aslında olmayan,  bizim anlam yükleyip binlerce kez yıkıp baştan yarattığımız o formu. Kendimizi azarlamayı unutuyoruz, hep başka bir kimseyi sanık kılıyoruz adaletten yoksun mahkememizde.

İnsanlar sever başlarına gelen her aksi olayda Tanrı’yı ve başkalarını suçlamayı. İnsanız ya -artık bu ne demekse- durmadan kin kusuyor, kendimize olan kızgınlığımızı başka varlıklara ve kimselere yükleyince acımız hafifler sanıyoruz. Hafiflemiyor.

Tutkularımız var; peşinden koşmayı bırak, emeklemeye cesaret edemediğimiz tutkularımız. Tavşanız, ama kaplumbağa gibi davranmayı akıl bile edemiyoruz. Sabır göstermiyor, emek harcamıyor; ama hep istiyoruz. Her sabah başlıyor, her gece pes ediyoruz. Tutkularımızı hayata geçirdiğimiz ölçüde kendimizi gerçekleştirmiş oluruz; ama hissetmiyor, inanmıyoruz. Bedel ödemek istemiyor, ödün vermeye korkuyoruz. Tutku yücedir, ibadet etmiyoruz.

Acılarımız var. Hem de ne acılar. Düşüyoruz, kayalıklardan yuvarlanıyoruz. Her yanımız yara bere içinde acılarla kıvranıyoruz kimsesiz, ıssız bir diyarda. Ne kadar bağırsak da desibelimiz yetmiyor sesimizi duyurmaya. Çığlıklarımız havada asılı kalıp süzülüyor. Yığılıp kalıyoruz ansızın, kanımız ağaç köklerine hayat veriyor,  saçlarımız toprakla karışırken. Yaralarımız pıhtılaşmayınca anlıyoruz; ya ölürüz burada ya yeniden ayağa kalkarız. Kalkıyoruz, öyle birden doğrulamıyoruz. Önce sürünüyor, sonra dizlerimizin üstünde yükseliyoruz. Ama vahşi bir hayvanın aç gözlerini görene dek koşamıyoruz. Tehlike, bizi canlı kılıyor. Ne kadar acı yaşarsak o kadar öngörülü oluyoruz bu yüzden. Zamanla düştüğümüz yerden daha hızlı kalkmayı öğreniyoruz. Tecrübelerimiz bizi güçlendiriyor, güçlendikçe anlıyoruz; şu hayatta üstesinden gelinemeyecek şey yok. Her şey aşılıyor; tüm acılar geçiyor ve tüm yaralar kapanıyor. İzleri kalıyor, ama parmağımızı yara izimizin üstünde gezdirip gülümsüyoruz. Çünkü biliyoruz: Yara izimiz ne kadar çoksa o kadar yenilmez oluyoruz.

Beklentilerimiz var; hak etmeden hak saydığımız beklentiler. Hadsiziz. Tohumken çiçek açtık sanıp daha çok görülmek, koklanmak istiyoruz. Toprağın altında kendimize bakınca pek bir büyüğüz sanıyor, arsızca sevilmek istiyoruz bir de. Biraz büyüyünce balkonun en güzel köşesine konulmayı bekliyoruz, hak etmişiz gibi. Gerçekten çiçek açıp balkonun en güzel köşesinde sevilen bir bitki olduğumuzda ise küsüyor ve büyümeyi bırakıyoruz. Sonra da soluyoruz. Kibrimiz,  ölümümüz oluyor. Kendimize dair bir farkındalık oluşturmadığımız gibi hak edenleri haklarımızı çalmakla suçluyoruz.

Anılarımız var. Her biri başka bir hatırayı doğuruyor. Bir anı başka bir anıya yataklık yapıyor, çoğalıyor ve bizi oluşturuyor. İçinden geçerken şaşalı ışıkların büyüsüne kapılıp önümüze bakmayı unuttuğumuz uzun bir koridor gibi her biri, koridorun sonuna varıp arkamızı döndüğümüzde ışıkların o kadar da aydınlık olmadığını fark ediyoruz.  Kimi zaman da hayvan leşleriyle dolu pislik bir tünel gibi, tünelin sonunda kafamızı geriye çevirdiğimizde aralarında hala hayatta olan canlılar olduğunu görüyoruz. Yoğunluğuna kapılıp sürükleniyor, ancak dışına çıktığımızda ne anlama geldiğini anlıyoruz.

Fikirlerimiz var; düşünmeden, okumadan edindiğimiz fikirler. Durmaksızın savunduğumuz, ama onu neyin oluşturduğunu bilmediğimiz bir yığın çöplük. Biri çöpleri kaldırmaya kalkıştığında nedenini sormadan onu kovuyor, çöplüğümüzü cennetimiz belliyoruz. Kimse sormadan bu sözde cennetimizi herkese gösteriyor, midelerini bulandırıyoruz. Suratını ekşitenin suratına bakmıyoruz. Bu sığ, hastalıklı fikirler bizi kokuşmuş bu çöplüğe mahkûm kılıyor; öyle kaplıyor ki kafamızı, farklı bir yaşam şekli olduğunu bile fark etmiyoruz. Parmağıyla farklı alanları işaret edenlerin parmağını kesiyoruz. Bizim dışımızdaki her şeyi yanlış kabul ediyor, eleştirildiğimizde saldırmaya başlıyoruz.

Hayatımız var; kıymetini son nefeste anlayacağımız bir hayat. Nasıl yaşanacağını, yaşarken öğrenmeye zorunlu kılınıyoruz; kolaymış gibi. Bu yüzden yaşamayı bir türlü beceremeyip yıllarımızı nice yakınmayla heba ediyoruz. Defalarca son vermeyi düşünüyor, hep vazgeçiyoruz. Tek kurşunu kafamıza sıkmak istemiyor, ama öte yandan emniyeti hep kapalı tutuyoruz. Bir ömür, sonunda, binlerce çaba ve mücadeleye eş değer oluyor; her gün yavaş yavaş yitiyoruz. Bize sorulmadan verildiği gibi hiçbir sorumuza da yanıt alamadığımız bir hayatımız var. Sonunda, bir ömür bir cevaba mal oluyor.

7 Mayıs 2020 Perşembe

KENDİMLE BİRTAKIM KONUŞMALAR







Kendim kendimi anlamadı, sen de anlamayacaksın. Demem o ki okuma, vakit kaybı.


Bu koca şehirde yapayalnızdım. Yine de bu sokaklar bana dar gelirdi. Bıkmıştım aynı yolları farklı şekillerde yürümekten. Hep mi aynı ağaç giyinip soyunurdu şu köşede, hep mi aynı adam sigarasını içerdi kaldırım üstünde? Hep aynı çocuklar mı toplardı çöpleri, yoksa bana mı aynı gelirdi?  Detayları severim, bu kez atlamış mıydım her gün yaşarken aynı günü?  Kaldırım taşlarını mı saymıştım sadece, hep mi saate bakmıştım yürürken? Hâlbuki severim etrafıma baka baka yürümeyi.

Şimdilerde pek çok şey değişti. Değişmeyen tek şey, yine yalnızlığım oldu. Sizler kalabalık masanın bir üyesi olacak incelikteydiniz, çat kapı gelen dostlarınız vardı. Eksik yanlarınızı usulca örtecek bir nineniz vardı belki. Size bağırmayan bir babanız? Ben sizin evlerinizin saat­lik misafirleri olur, yine kaygan zeminli balkonunuza çıkar, sigaramı içerdim. Ben sizin kötü yanınızdım, ben sizin “Haline şükret” inizdim. Ben size, acımla keyif verirdim. Üzülürdünüz elbet, ahlanıp vahlanırdınız. Ama şükür kıyasınız ederdiniz beni. Olsun, yemekleriniz güzeldi. Niyetiniz de elbet.

Hak yemem ben, sizler iyi insanlardınız. Adalet mühimdir, her şeyde ölçülü olmayı bilmek gerek bu hayatta. Teoride güzel işlerdi aklım, ama söz konusu kendim, kendi eylemlerim olunca yerle yeksan olurdu her şey. Ölçüyü kaçırırdım severken, sevişirken, koşarken, durur­ken bile.  Öyle çok dururdum ki nice trenler geçerdi önümden, nice mevsim açar sönerdi is­tasyonda. Ölçülü olduğum zamanlar da oldu elbet. Hayatımdaki tek tük iyiliği o zamanlara borçlu­yum.

Ne diyordum? Yalnızdım işte boylu boyunca. Bir ince battaniyeye uzanmış bornozumla, siga­ramı içiyordum yine. Saçlarımdan su damlaları düşüyordu parkeye. Sere serpe uzanmış gö­ğüslerime, hareketsiz bacaklarıma bakıyordum. Bu beden, benim miydi? Bu kaburgalar, bu nefes, durmadan alçalıp yükselen gövdem bana mı aitti? Ben istememiştim ki bunlarla bütün olmayı. E öyleyse?

Bazı adamlar, bu bedeni öperken kendinden geçmişti. Bu ten, yumuşak ve pürüzsüzdü; hep sevmişlerdi. Çelimsiz, naif bir kadın bedeni gibi de değildi oysa. Bu bedende kas ve kemik vardı yığın yığın. Uzun damarlar görünürdü çatlamış ellerin, beyaz bileklerin ardında. Bir et geriliydi üstüne. Öyle bir etti ki sıyrılıyordu. İnsansam eğer ben, insan bu kadardı işte.

Ya o adamlar, neredeydiler şimdi? Sahi, kötüydüm ben. Kötüler arzu edilir, ama sevilmez­lerdi.

Tabi ya, yalnızdım ben. Ama kalabalık olmak da istemiyordum. Bir, çok az; iki, çok fazlaydı benim için. Yine de ne bu yüksek, büyük eve sığardım ne de sürekli koşan bu şehre.

Şimdilerde her şey değişti. En izbe kimliğimi, sınırlarımı ve sınırsızlığımı, bedenimi keşfettiğim bu şehir,  bedenim kadar yabancıydı artık bana. Ben ayaktaydım, ben masada yazı yazıyor­dum, ben aynaya bakıyordum, ben soyunuyordum ve tüm bunları uzanırken yapıyordum. Ya delirmiştim ya ruhum bedenimden taşıyordu artık.

Ben kimdim? Beni ne ‘ben’ yapıyordu. Bir insan nasıl kendisi olabiliyordu? Bunca benlikten kaçı, kendisinin sandığı kişi olup olmadığından emindi? Beni oluşturan her şey, aslında hiçbir şeydi. Nasıl bu kadar aciz, bu kadar basit yok olabilecek bir varlıkken benliğimi hissedebilir­dim?

Komodinin üstündeki çakmaktan, kalemlikteki makastan, duvardaki tablodan ne farkım vardı? Onlar gibi birden ve keskin bir biçimde yok oluyorsam ne farkım kalıyordu bir nesne­den? Kan pompalayan bir kalbim, kontrol mekanizmamı sağlayan bir beynim var diye mi farklıydım? Ama o nesneler daha çok işe yarıyordu, hem onların da bütünleştirici parçaları vardı.

Ya neydi farkım? Ben yok olursam birilerinin bu yok oluşa üzülecek olması mıydı?  Ama ben tablom kırılırsa, makasım körelirse, çakmağım yanmazsa da üzülürdüm; ben de onları kaybetsem üzülürdüm. Bana ait, hayatımı kolaylaştıran ve güzelleştiren nesnelerdi onlar neti­cede. Eh, her insan da diğerleri için böyle değil miydi zaten? Bir eşya gibi birbirimizin hayatını kolaylaştırıyor ya da güzelleştiriyorduk. Kırılırsak ya da körelirsek de işlevsizliğimizden yakını­lıyordu ve çöpe atılıyorduk.

Eğer beni bu nesnelerden farklı kılacak şey, hareket kabiliyetimse siz hayatı hiç anlamamışsı­nız canlarım. Bana çizilen sınırlar içinde yaşıyor, bana mümkün kılınan işleri gerçekleştiriyor­dum. Uçamıyordum mesela, kanatlarım yoktu. Suyun altında yaşayamıyordum, iznim olma­dan ve hatta bazen iznim olsa bile bu toprakları aşamıyordum. Kolları ve bacaklarının olma­ması, bu nesnelerin suçu değildi, tıpkı benim kanatlarımın olmaması gibi.

Artık bir fark bulmalıydım. Ben insandım, bu dünyadaki en üstün varlıktım, özeldim ben, akıl­lıydım ve kibirliydim tabi. Neydi aramdaki fark bu nesnelerle?.. Tabi ya, ben bir makas ürete­bilirdim, bir çakmak da. Tablo da yapabilirdim. Oysa benim gibi bir form oluşturamazdım. Eh, o zaman hiyerarşik bir düzen vardı. Ben bu nesnelerin tanrısıydım, benim de bir başka tanrım vardı. Demek, ben de benim tanrımın nesnesiydim. Ama ben onu ne güzelleştiriyor ne de işine yarıyordum. O zaman, ben neden vardım?  Son durumda; kalemlikteki makas, duvardaki tablodan ve komodindeki çakmaktan daha önemsiz, daha çirkin ve işlevsiz bir form olarak çıktım karşıma.

Sahi, ben yalnızdım. Nasıl dağıttım yine konuyu? Sabaha karşı uyuyor, odamdan sadece bo­şalan fincanımı ve şişemi doldurmak için çıkıyordum. Nefes alamazsam açıyordum pencereyi. Işığı açmıyordum bile, masa lambası ve kimi zaman birkaç mum yetiyordu karanlığı yok et­meye. “Keşke hayatımda da birkaç mum yakabilsem” diyordum. Küllük de dolup taşmıştı, çöp tenekesi de. Tırnaklarım kırılmış, duvarlarımdaki rutubet artmıştı. Dudaklarım kuruyordu, tablolarımdan biri yere düşmüştü birkaç gün evvel (Bir de hareket kabiliyeti yok zannederiz). Günleri de takip etmiyordum artık. Ha cumartesi ha salı, ne fark ederdi? Her gün birbirinin üstüne binip aynı yöne bakan, aynı şekil dairelerden bilmem kaç katlı bir bina inşa etmişti. Kümü­latif değildi geçmiş günlerimin yığını, daha çok tekerrürdü.

Kimse de gelip kolumdan çekmeyecekti, ben çekmeliydim kendimi. Ama ne önemi vardı? Öyle bir boşvermişlikti ki bu, bir adam gelse öpmeye üşenirdim; “Geç, otur ya da dokun bana. Ne yaparsan yap, ama yorma beni. Bir şey söyleme, ben kendi görüş alanıma sıkıştım. Beni burada bırak, kurtarılma istemiyorum.”

Ben yalnızdım. Güzel acılarla bezenmiş, müthiş yoksunlukları olan bir yalnız. Acıları ve yok­sunlukları severdim. Yoksunluk, elde etmeyi; acı, mücadeleyi öğretirdi. Büyütür ve genişle­tirdi beni.  Anlamıştım, acı içimde, kafamda değildi. Acı, hayatın kendisiydi. Mutlu olmaya gelmemiştim ben buraya, böyle bir beklentim de yoktu. Ben sonuç değil, süreç odaklıydım. Ha­yat; mutlu olmak için çabalanacak bir yerdi belki, ama mutlu olunacak değil. Burada bir iş biter, bir başkası başlardı. Bir dert çeker ağır ellerini sırtımdan, daha güçlü ellere devrederdi görevini. Sırtım ne kadar sağlam durursa, ne kadar az eğilir, ne kadar ayakta kalırsam o kadar öğrenirdim mücadeleyi. Her dert sınırlarımı zorlar, güçlendirirdi beni. Yenileriyle kondisyo­num yüksek, antrenmanlı ve daha sağlam yüzleşirdim. Her yaşın derdi ayrıydı; her şehrin, her kimsenin elleri sırtımda, omuzlarımda dolaşırdı. Sıvazlamazlar, öpmezler; bastırır, iter ve etimi çekerlerdi. Ama vazgeçmezdim mücadelemden, terk etmezdim cepheyi. Çünkü bilir­dim; insan kalbi durduğunda değil, mücadele etmeyi bıraktığında ölür. Bilirdim; kimse bana bir şey vermeyecek, kimse bu elleri silkelemeyecek öfkeyle. Ben de kimseyi kaldıracım yapma niyetin de değildim. Bu yüzden tırnaklarım güçlü olmalıydı. Tırnaklarım kırılır, parmaklarım koparsa dişlerimle tutunurdum bu dağın acı topraklarına.

Eh yalnızdım da gücenik değildim. Kavga, bana tetikte olmayı ve gardı indirmemeyi öğretmişti. Ama biraz fazla öğretmişti galiba. Gerçek bir güzellik gördüğümde ne yapacağımı bilemedim. Bencildim, o güzelliği korumak istedim onu çirkinleştirmek pahasına. Ya avucumda öldü ya kaydı parmaklarımın arasından. Sonra ben hep hikâyelerin kötü kahramanı oldum, ama bir hikâyede yer almış olmak da kâfiydi. İyi anılmanın bir önemi yoktu. Ne de olsa insan, insanı her şekle sokardı gerçeklikten yoksun çıkarımlarla. Bu benim değil, onun kavgasıydı artık. İsterdim bilinmeyi ve iyileştirilmeyi, yine de talep etmezdim. Ağlamayana meme yoktu tabi, ama ağlayana da herkes meme verirdi. Çok sonra anladım; gerçek güzellik, riskli olsa da bir kötünün yanına sokulmak ve onun dönüşmemiş halini keşfetmekti. Tehlikeyi görmek, tanımak; ama savaş stratejisini yaşamak değil, ölümün niteliğini belirlemek adına yapmaktı. Elbet silah taşımak, ama tetiği çekmemekti. Güzellik, korkusuzca yürümekti mayınlarla kaplı arazide. Güzellik, akıl işi değildi. Öyle olsa güzellik değil, rasyonellik olurdu adı. Güzellik, cesur bir kadındı; rasyonellik zeki bir adam. Güzellik, çılgıncaydı; rasyonellik sıkıcı. Rasyonel, güvenli yaşamak; güzellik, kalbin ağzında nefes almaktı. Bu yüzden hayat, rasyonel yaşanmalıydı; insanlar, güzel.

Her şey biterdi tabi,  Cicero’nun da dediği gibi, “her şey bitmek için başlar.” dı. Hegel’in dediği gibi “her tez, anti tezini doğurur.” Du çünkü. Başlangıç kendisiyle getirirdi, daha adı yokken bitişi. Güzellik, çirkinliği davet ederdi elbet. Her şey dönüşürdü, başka iyi ya da kötü bir şeye. Heraklitos’un da dediği gibi "aynı nehirlere girenlerin üzerinden, farklı sular akar" dı. Bütün çirkinlikler, iyilikler, karanlıklar, başlangıçlar ağır ağır tamamlardı değişimini. Algıda öyle ani, aslında öyle yavaş işlerdi ki bu süreç gözle görülemez tüm o küçük detaylar, varlığı reddedilemeyecek anti tezler çıkarırdı ortaya. Güzellik, özdeki tezi bulmak ve eldeki anti tezle harmanlamaktı. Güzellik, sentezden başka bir şey değildi.

Yalnızdım, bundan kendimle konuşurdum. Ana fikrim yoktu, temam yoktu. Yine de en verimli sohbetleri kendimle ederdim. Konu konuyu açardı da hiçbir konu sonuca ulaşmazdı. Zaten sonucu olan da mevzu değildi bunlar, memleketi kurtarıyordum işte. Memleket demişken; bu memlekette insanlar işleri çok zorlaştırıyordu. Her bir insan, bir doğru bellemiş ne olduğunu bilmeksizin sonuna kadar savunuyordu. Daha kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi bilmezken ne bu kadar kesin olabilirdi? Burada her şey muğlak ve tartışmaya açıktı.

Başta herkes sevilmek istiyor, kimse sevmeyi bilmiyor, sevginin ne olduğuna dahi kafa yormuyordu. İçtenlikle söylenen hevesler, tutkuyla aktarılan istekler bir başkasının kibrini besliyordu. Bu yüzden herkes bıraktı şeffaf olmayı, kimisi hiç başaramamıştı. Artık insanların çoğu diğerlerini incitmemek, sevilmek, hor görülmemek için; yalnız kalmamak, zayıf görünmemek adına ve bir gün karşısındaki kişinin işine yarayabileceği düşüncesi ile esas duygularını gizliyordu.

Bu yüzden ya takdir edilir ya büyük bir nefretin dolaylı tümleci olurdum. Ya apaçık, net bir insandım ya da hadsiz bir pervasız. Umursamazdım, eveleyip gevelemeyi sevmezdim. Her soru, cevabını göze almalıydı nihayetinde. Göze alamayan ise eksikliğini örterdi bana saçtığı çirkin laflarıyla. Gülümser ve susardım sadece. Oysa kavga etmeyi çok severdim, ama söylediklerim karşı tarafa geçmiyorsa iletişimi zorlamanın manası yoktu gözümde.

İnsanların çoğu her an değişecek kurallarına sıkı sıkıya bağlıydı. Omurgalı olmak zordu bu çelişkiler dünyasında. Kabalık ile dürüstlük ve içtenlik, cimrilik ile tutumluluk, savurganlık ile cömertlik, kendine değer vermek ile bencillik iç içe geçmiş, mütemadiyen birbirlerinin yerine kullanılıyordu. İnsanlarla azımsanmayacak bir mesafe koymuştum arama, hem kendimi hem onları koruyordum. Kızamıyordum da, çünkü biraz da su gibiydik, döküldüğümüz kabın şeklini alıyorduk. Hem yenilenmeye meyilliydik hem de pislikle dolmaya.


3 Mayıs 2020 Pazar

DOĞRU İNSAN?




Doğru insan değil, doğru zaman vardır. 

İnsanların çoğu aşka inanır ve hatta hayatın tek gayesinin bu olduğunu düşünürler. Kimisi de aşka sadece inanır, ama hayatın gayesi haline ge­tirmez. Her iki durumda da “doğru kişi” diye kavramsallaştırılmaya çalışı­lan ama aslında sıradan bir söz öbeği olan bir şeyin peşine düşülür. Hatta öyledir ki yapılan birçok şey, alınan onca risk, etik değerlerin göz ardı edilmesi, birçok ilişkiyi sonlandırmak (sözde) doğru kişi içindir. Doğru ki­şinin bulunduğu yanılsaması veya bulma ihtimali üstüne bir kumardır.

Peki, “doğru kişi” olarak adlandırılan kişi kimdir, nedir, nasıl biridir?  Buna çok basit ve genellikle kabul gören bir cevap vereceğim; doğru kişi, aşkı sana tattıran, hayatının geri kalanını geçirmek isteyeceğin kişidir. Bu yanıt, kendisiyle çok basit olduğu halde kompleks olarak algılanan başka bir soruyu da beraberinde getirir: Aşk nedir?  Aşkın kendisine kavram ola­rak inanmasam da insanların ‘aşk’ olarak adlandırdıkları hislerle har­manlanmış biyokimyasal süreci tanıyorum. Süreç herkes için aynı işlese de kişilerin tanımlamaları ve ‘aşk’ı algılama biçimleri çeşitlilik gösterir.

Montaigne; “Aşk dediğimiz şey, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değildir. diyerek doyumsuzlukla ilişkilendirmiştir 'aşk'ı. Plautus, erişilemezin güzel olduğunu vurgulayarak “Aşk, elinde olanı değil, elinde olmayanı ister. demiştir.  Eugene Delacroix ise “Aşkı anlatabilmek için yeryüzünde var olan dillerden çok farklı bir dil gerekir. diyerek tanımla­namayacağını ifade etmiştir.  Schopenhauer kadınlarla arası iyi olmadığın­dan mı, bilinmez; “Aşk, insan türünü sürdürmek için bireye kurulmuş tuzak­tan başka bir şey değildir.” demiştir. Belki de Schopenhauer’un kadın­larla arası böyle düşündüğünden iyi olmamıştır.
Nasıl ki ‘aşk’ herkes tarafından farklı algılanıyorsa ‘doğru kişi’ de herkes için farklı anlam ifade eder ve tektir.  Zamanı gelince binlerce olasılık aynı anda gerçekleşir ve iki insan birbirleri için ‘doğru’ olduklarını anlarlar (as­lında zannederler). Sadece bununla ilgili onlarca film yapılmış, yüzlerce söz söylenmiştir.  Hatta çok sıradan hikâyeler, birden tesadüflerle dolu bambaşka destansı bir şeye dönüştürülür. Bir duygu silsilesi örter gerçekli­ğin vakur duruşunu.  O kadar doğrudur ki o kişi; ne tesadüfse hep aynı sa­atte binilen otobüs kaçırılmıştır, ne tesadüfse o gün hiç denenmeyen bir kahve içmek istenmiş, hiç bilinmeyen bir kahveciye gidilmiştir ve bum.  Gerçekten de olağanın dışına çıkmak bize yeni insanlar kazandırabilir ve bu kazandığımız insanlar bizimle son derece uyumlu bir kafa yapısı ve ya­şam şekline de sahip olabilir. O ana kadar hissedilmeyen ne varsa hissetti­rebilir. Tüm bunlar kişiye ‘doğru insan’ı bulduğu yanılsamasını yaşatır. Ama aslında durum, bize sunulan küçük dünyamızda sınırlı lokal çerçeve­lerde cinsiyet faktörünün de dahil edilmesiyle eleyerek ve sürekli bir muka­yese sürecinden geçerek ulaşılabilecek sayılı kişilerden birine rast gelmektir. 

Konuyu daha anlaşılır kılmak için küçük bir matematik yapmak yeterli olacaktır.  2017 yılını ele alalım; 2017’de dünya nüfusu 7,6 milyar civarın­daydı. Ama biz ‘doğru kişi’ yi aradığımız için ihtimal neredeyse yarı yarıya azalıyor. Her heteroseksüel ve homoseksüel birey için cinsiyet faktörü dâhil edilince ‘doğru kişi’nin 3,8 milyar arasında olduğunu söyleyebiliriz. Bu sa­yıdan 15 yaş ve altı çocukları çıkarırsak yaklaşık olarak 2,8 milyar kişi ka­lıyor. Tabi yaş gibi bir kriteriniz varsa 60 yaşın üstünü de çıkarmamız ge­rekecek. Son durumda;  ‘doğru kişi’niz 1,9 milyarlık bir kalabalıkta dolaşı­yor. Bu da demek oluyor ki, o kişiyi bulma ihtimaliniz yaklaşık 2 milyarda 1.

Ankara üstünden örneklemeyle alanı daraltalım; 2017’de Ankara nüfusu yaklaşık 5,5 milyon. Bunun 1,2 milyonu 14 yaş ve altını oluştururken 460 bin civarı da 65 yaş ve üstünü oluşturuyor, kadın-erkek oranı hemen hemen yarı yarıya. Kabataslak bir hesapla eğer şanslıysanız ‘doğru kişi’niz yolda yürürken karşılaşabileceğiniz size kalan bu 2 milyon kişi arasında olabilir; tabi ‘aşık olacağınız doğru kişi’ için kafanızda yığınla kriter yoksa.  Zira ‘aşk’ engel tanımaz, sınırlanamaz, hatta bazen etiği ve gururu yok sayar.  O; “evli olmasın, boşanmış olmasın, çocuğu olmasın, eğitimli olsun, bıyıklı olmasın, kısa olmasın vs.” gibi uzayacak materyalist gerekçelerle oluşturu­lan bir eleme sistemi değildir, değil mi?

‘Doğru kişi’ niz şu an Hindistan’da bir ineğe tapınıyor olabilir, Hollanda’da esrar içiyor olabilir, Fransa’da dans dersine yetişmeye çalışıyor olabilir, Arjantin’de şoför olabilir, Afrika’da dileniyor bile olabilir.  

Doğru kişi herkesin bulabileceği, ama abartıldığı için karmaşıklaştırıp bü­yülü bir şey haline getirilen bir konudur. Doğru kişi değil, kişiler vardır ve biz aralarından en makul olanıyla birlikte oluruz. Sevebileceğiniz, tutkuyla bağlanabileceğiniz, anlaşabileceğiniz,  sürekli yan yana olmak isteyeceğiniz birçok kadın ya da erkek olabilir. Hayatın kala­nını geçirmek isteyeceğiniz kişiyi, çoğu zaman bunları yaşatan kişinin doğru yaş aralığına denk gelmesi belirler.

Sınırlarımız çoktan çizilmiş; kendi kurallarımızı, kültürel belleklerimizi, prensiplerimizi, kriterlerimizi aşamıyoruz bile. Deneme-yanılma yoluyla sürekli teste tabi tutuyoruz hayatımıza giren insanları. Çok küçük, çok ince delikleri olan bir süzgecimiz var; hiçbir şey akıp gitmiyor suyla. Süzgeçte kiri az olanları, testleri geçenleri, kriterlerinizi karşılayanları doğru kişi sanıyorsunuz, hepsi bu. Doğru kişi diye kodladığınız insanı; içinde bulun­duğunuz dönem, içinde bulunduğunuz şehir seçiyor aslında. Doğru kişi diye bir şey yok bu yüzden, sadece doğru zaman var.

Yoksa siz hala bir elmanın iki yarısının her zaman aynı dili konuşması ge­rektiğini mi düşünüyorsunuz?