Suçu şartlara yüklemek pek tarzım değildir, ancak kabul
ettiğim bir gerçek varsa o da hayatın derinliğimizi çalarak bizi standart bir
fabrika ürünü haline getirdiğidir. Aynı banttan geçmiş paketli ürünler gibi
görüyorum bu insan yığınını. Yüksek bir yere oturmuş, ellerimi arkaya doğru
zemine koyup başımı kendi omzuma yaslarken bir çocuk gibi dudak büküyorum bu
ışıltılı yanılgıya. Orada yaşayan insanları düşünüyorum, binlerce farklı
hatırayı anımsatan yüzleri, koşuşturmanın zavallı telaşını. Yolları izliyorum,
fazla gelişmiş karıncalar gibi geçip giden araçları; bu intizamlı örüntü,
içimde ihtişamlı bir yere dokunuyor. Kalbi sıkıştıran bir türküyü tekrar tekrar
çalıyormuş gibi hissediyorum. Varlığımın naif hüznünü duyumsuyorum. O
insanlardan biri olduğumu, birazdan o kalabalıkta hiç kimseye dönüşeceğimi
düşünüyorum. Biri olmak yerine hiç kimse olmanın iç ferahlatan bir yanı var
gibi geliyor.
Biri olmanın başarılı hissettiren gerçek dışı
tanımlamasını anımsıyorum. “Başarmak
gerçekten biri olmak mıdır? Kanıtlanmış bir statü, maddi güç, tanınmışlık;
sahiden başarı kıstası mıdır? Bana göre bazı şeylerin farkında olmasına karşın
yaşama cesaretini göstermiş herkes, en azından bir şeyi başarmıştır. Bana göre, hayatında en azından birine
dokunabilmiş, başkasında menfaatsiz olarak bir fark yaratabilmiş herkes, bir
şeyi başarmıştır. Bana göre, tüm bu kaosun içinde bir an olsun öylece durmuş,
durabilmiş ve kendisine soru sormaktan korkmamış herkes bir bakıma başarmıştır.”
Öylece izlerken bu uçsuz hengâmeyi kafamın içine inşa ettiğim şehrin
sokaklarında dolaşıyorum böyle düşüncelerle. Bu hengâmede her gün uyanıp oradan
oraya kafasındaki şehri taşıyan insanları hayal ediyorum. Nasıl bu kadar donuk
bir hale gelmişken burada öylece oturup şehri izlemek kalbimi söküyor? Bu çok
anlamsız; nasıl o kalabalığın içinde yürürken, yaşarken içimde zerre his
uyanmazken oradan sıyrıldığım an, ardı arkası kesilmeyen düşünceler kanımı
çekiyor? Nasıl bir an büyük bir hiçliğin içine düşmüşken bir an rastgele
açtığım filmin o üç dakikalık sahnesi benim boğazımı sıkıyor?
Kafamda oynaşıp duran bin tilkiyle oturmuş, gerçekte
neyin beni mutlu edeceğini düşünürken kentin sokaklarında elinde çantasıyla
hayallerine bir adım daha yaklaşma gayreti içinde olan, tekdüze hayatını
anlamlı kılma becerisine sahip insanlara bakıyorum. Sanki herkesin bir hayali var, bir hayat amacı. Sanki herkesin c planı
ve koşmak için bir nedeni var. Benim yok, olmak zorunda mı? Bir hayalim olmalı
mı, bir hayat planım ya da hedeflerim? Dümdüz, öylesine yaşamak bir seçenek
değil mi? İpsiz sapsız gün doldurmanın nesi kötü? Birilerine muhtaç olmadıktan
sonra hayatı zehir zemberek yaşamak da bi’ bakıma makul bir seçenek olamaz mı? Yüzüme çaresiz bir gülüş oturuyor, yaşamaya üşenen halimle alay ediyorum. Geçenlerde okuduğum bir cümle yankılanıyor aklımda “durgun ve oldukça keyıfsiz bir günün
batışını seyrederken anlam aramak”. Belki de esas çabam, başkasının
kaleminden dökülen bu birkaç kelimelik cümlede saklı. Yaşama gayretim, anlam
yüklemeye değer bir şey bulmaktan ibaret belki de artık; ne para ne de mal mülk, ne
başka bir ülke ne de geniş bir ev, ne özgürlük ne de bir sevgili, ne statü ne
de övgü; çabalamaya değer gerçek bir şey. Yokluğunda kaygı duyacağım, olduğu
her ana tutkuyla sarılacağım bir olgu. İnsanı her gün yatağından kaldırmaya
değecek türden bir şey arıyorum. ... Bulamıyorum. Kendi küçük hayatımın içinde ne
yapıyorum ki ben tam olarak? İndiriyorum panjurları ve kapatıyorum tüm perdeleri. Çekiyorum pençelerimi bu diyardan ve buranın karmaşasından. Her şeye buz gibiyim. Boşluğun içimde yarattığı
ürpertiyi hissediyorum. Ruhum ölmediyse de bir ölüm sessizliğinde sanki.
Oturmuş uçsuz bucaksız denize ve şehre bakarken
soruyorum: “Neden bir şeyleri değiştirmek
için yeterince çaba harcamıyorum?” Belki inançsızlık, belki de hayal kurma
yetimi kaybetmiş olmam. Kim bilir belki de korkuya eşlik eden bir üşengeçlik; koşuşturmanın
orta yerinde soluk soluğa durmak, güvende hissettiren illüzyon. Her şeyi
anlamsız bulan biri ne için çaba gösterebilir ki? Ama itiraf etmeliyim; bir
zamanlar gerçekten bir çabam, bir niyetim vardı: Kendimi farklı kılmak. Özgün
biri olmayı dilemiştim. Artık özgün biri olmanın imkânı olmadığını düşünüyorum.
Cehaletimden kurtulup özgün biri olmak
için denediğim yollar ayağıma takıldı. Sanki cehaletimi gidermek için yaptığım
her şey, bu gerçeği bir tokat gibi daha da suratıma çarptı. Öğrendikçe cahil
kaldım. Farklı sandığım her düşüncem birçok insan tarafından zaten düşünülmüş,
söylenmiş ve hatta bazıları kuram haline bile getirilmişti. Bir tekrardan
ibaretti farklı sandığım her şey. Yine de insanın cehaletiyle tanışması cesaret
isterdi, ama cehalet asla aşılamazdı. “Gelişmiş insan” ideolojik bir terimden
fazlası değildi, çünkü aslında insan yapısal olarak en iyi halinde bile “gelişmekte olan” sıfatına
haiz olabilirdi. Dünyada sadece cahiller, daha az cahiller ve gelişmekte
olanlar vardı. Ama gelişmekte olanlar bile körler ülkesinde tek gözü olanlardı,
yine de denizin dalga sesinden fazlası demek olduğunu biliyorlardı.
İnsan esintili bir akşamüstü şehri izlerken
saniyeler içinde kafasına üşüşen düşüncelere pek de güven duymamalı gibi
geliyor. Boğucu bir günün acısını çıkarırken içilen birkaç kadehe bel bağlamak
da doğru gelmiyor. Ama zaten, bana ne yapsam yanlışmış gibi geliyor. “İyisi mi, toparlanıp evin yolunu tutayım”
diyorum, ancak evde olmayı sevmiyorum. Annemin
bütünlük yoksunu oradan oraya sıçrayan heyecanlı konuşmaları, vurdumduymaz
telaşı ve bitmeyen merakı beni yoruyor. Kafasının içinde geçen her şeyi
gürültüye çevirmesiyle baş edemiyorum. Babamın insanı ürperten sessizliğiyse
canımı yakıyor. Sanki hep bir sırrı yüreğinde taşır gibi duran hali, her an
öfkeye dönmeye meyilli tek kelimelik cümleleri, odadan odaya geçerken zeminde
baskı oluşturan adımları içimde bir sancı yaratıyor. Televizyon sesine karışan
tabak sesleri, musluktan akan su, o esnada çalan kapı ve annemin ince
sesiyle 70'lerden kalma bir türküyü çocuk hevesiyle söylemesi içimde
bağırma isteği uyandırıyor. Açıklayamadığım ve açıklayamayacağım bu hisleri
irdelemek ve durgun duruşumun ardında yatan gerçeği didiklemek için soracağı
her soru canımı yakıyor. Her soruda bahane bulmak için debelenirken hakikate
çarpmak karnıma yumruk yemiş gibi hissetmeme neden oluyor. İnsanın içini ısıtan
cinsten bir atmosferin karbon gazı gibi hissediyorum kendimi. Babamın "içindeki böcek ölmüş"
dediği noktada ona gülümserken düşündüğüm şey geliyor aklıma; "evet baba,
böceğim öldü. Çünkü onu içimdeki her şeyi tek tek kemiren fare yedi.” Tüm bunları anımsayınca sanki evim, dünyanın diğer
ucundaymışçasına saplanmak istiyorum bu toprağa. Ama biliyorum, kendime daha
fazla tahammül edemediğim noktada hızla terk edeceğim burayı. Zaten ne zaman
düşüncelerimin tuzağına düşsem oradan kaçmak için hiç kimse olmanın maskesini
takıp koşuyormuş gibi yapıyorum. İnsanlar varışı olan bir parkurdayken sanki
ben bir koşu bandındaymış gibi koşuyorum. Varışsız bir yoruluş bu, anlamsızlığı örtbas etme
girişimi, kendimi sıradanlaştırdığım kestirme bir yol.
Burada bir şehrin maskesini yüzünden söküp atarken
yine ve yeniden geçmişimi ve şimdimi düşünüyorum. Dedim ya, “kayda değer bir planım yok”, gelecek her
halükarda gelecek. Bense hatalarımı keşfetmeli ve keşfettiklerimi kafama vura
vura yeniden öğretmeliyim. Ancak kendimin empati yoksunu kibirli öğretmeniyim
ve kendimi bırakmaya oldukça da meyilliyim. Yine de korkmadan
öğretmeliyim ki, hiçbir şey yapamıyor olsam bile içinde bulunduğum anda stabil
bir ruh haline erişebileyim. Hayır, uzun
zamandır mutluluğu kovalamıyorum, kovalayamıyorum. Biliyorum; mutlu olma hali
ya da mutluluk, doğası gereği sürdürülebilir bir şey değil zaten. Benim
niyetim; mutlu olmak değil, mutsuzluktan uzak kalmak, ruhumu mutsuzluğa yabancı
kılmak; hiç olmazsa mutsuzluğumu indirgemek –mümkünse
tabi.
Sevgilerimi, terk edişlerimi ve kaybedişlerimi
düşünüyorum; kaybedişteki öfkeyi ve o öfkenin zorunlu duraksamasını.
Tanınmamışlığın çizdiği masum silueti, her allahın günü kulağıma çalınan
bilmediğim, belli belirsiz duyulan şarkıya eşlik etme gayretimi, kendimi daha
günahsız gösterebilmek için yaptığım ikiyüzlülüğü, yumruğumu fazla sıkmaktan
kanayan avucumu, bırakırsam tekrar tutacak gücü bulamam diye her şeyi ellerim
arasında kirletişimi, kırılmak üzere olan tırnağa sayısını unuttuğum kez cila
sürüşümü düşünüyorum. Gecenin bir vakti üzgünüm diye beklenmedik biçimde kapıma
gelip aşağı inmemi isteyen o çocuğu anımsıyorum. Durmadan sahtelikten dem vuran
çocukla balkonda otururken biramı her zamankinden hızlı içişimi. Hiçbir sebep
yokken yıllar sonra sıradan bir “nasılsın” sorusuna sığınanı, sevgimi bir ödül
gibi evinin en görünür yerinde tutanı, doğruları baştan yaratanları, yanlışları
meşru kılanları, sormadan infaz edenleri ve infaz edilmiş olanları, baştan çıkarmaları
ve gerçek dışı yaratmaları anımsıyorum ve hemen ardından şimdiyi… Artık ne
istenen ne de isteyen biriyim. Artık kaybetmiyorum, çünkü hiç elde etmiyorum.
Artık bilmediğim şarkılara dair merak duymuyor, kulağıma çalınsa bile
sansürlüyorum. Günahlarıma açıyorum gözlerimi ve avucumu kanatmıyorum. Ellerimi
yıkadım tüm batıl heveslerimden. Söküyorum artık ucu çatlayan tüm tırnaklarımı.
Geriye kalan tüm hatıralar ise sanki tanımadığım birinin fotoğraf kareleri
gibi. Sanki o anıların içinden yürüyüp geçen ben değilim, sanki o insan bir başkası.
Oradaki, benden çok uzakta; başka bir benin içinde kaybolmuş gibiyim. Oradaki
kişi; içindeki buhranı, kimsenin bilmediği bir odaya kilitleyip anahtarı
yutardı ve eğer buhran kapının boşluklarından sızarsa yeni odalar inşa edip her
şeyi o odalara sığdırırdı. Sonra, bir noktada, çatlaklardan süzenlere meydan
okumayı bıraktı ve bağışıklık kazanınca da müthiş bir anlamsızlık hissiyle
baş başa kaldı. Şimdi yaşadığım her şey Polanski'nin çıraklık döneminde çektiği
bir film gibi; sanki o anılar, pek bilinmeyen bir şarkıya konu olan kasaba
efsanesi.
Bir umut ışığı var,
ama muallakta; her an, her yöne koşmaya meyilli tavşanın far görene
kadarki ömrü kadar muallakta. Oysa dünya sahnesinin Oscar ödüllü oyuncularından
biriyim. Kıvırıyorum bu işi; şaka yapmayı, cilveleşmeyi, kavga etmeyi, kalp
kırmayı ve gönül almayı çok iyi biliyorum. Sorduklarında, öğüt verme gafletinde
bulunamasınlar diye, cümleler arasına bazı anahtar kelimeler sıkıştırıyorum. İşin özü, yaşamayı beceriyorum; ancak
yaşamın kendisini arzulamıyorum. Öte yandan sokaklarda hızlı adımlarla
yürürken dış kapının kilidini açtığımda uzayan adımlarımı bir ben biliyor,
düşen omuzlarımı bir aynaya gösteriyorum. Halimden gocunduğumdan değil,
saklanmıyorum da. Tek derdim, halim irdelenmesin. Sorulmasın "neyin var?"
sorusu. Hislerim ya da hissizliğim, başkasının derinliğini kanıtlama kaygısına malzeme olmasın. Sırf beni biraz farklı bulduğu için bendenmiş gibi yapan
insana tahammülüm yok; zira ne bir farkım var ne de zihin gösterişi yapan “modern”
insana toleransım. Absürt bir romanın zorlama karakterleriyiz sadece her
birimiz; aynı kalemden çıkma, aynı sayfalarda dolaşan ve aynı sona mahkûm.
Öylesine kuşatılmışız ki herkes ve her şey
tarafından; artık herkes, herkes gibi ve her şey her an her şeye evrilmeye
meyilli. Öyleyse elimizde devinimin dönemsel ve mekânsal koşullarına bağlı
gerçekler dışında bir gerçek var mı? Daha birey olmadığımız yaşlarda o veya bu
şekilde maruz bırakıldığımız iyi ya da kötü tüm deneyimleri çoktan soğurmuşken
kendimizi ne kadar aşabiliriz? Bu, sanki kendi etini koparıp başka bir deriyi
yamalamak bedenine, ne kadar çabalasan da eğreti duran bir parça… Dünyanın
neresine gidersen git, kime dönüşürsen dönüş doğduğun ev ve o çocukluk zamanları,
bir noktada bileğinden tutuyor seni. Fiziksel olarak aşsan da manen taşıyorsun.
Ayağındaki bir nasır, kasığındaki bir yara izi misali herkesten güç bela
sakladığın; ama kimi anlarda yakalandığın o eğreti yan, hiç peşini bırakmıyor.
Dünya eğreti yanını örtbas edenlerle dolu; sanki bir ayıp, bir zayıflıkmış gibi
sözde idealine kavuşmak için özünü yok sayanlarla, olmak istediğine olduğunu
kurban edenlerle… Ve şimdi burada şehri izlerken yeniden aynı hisleri duyumsuyorum,
dikişleri atan gelişi güzel yamalarımı. Sanki ben, tüm o eğreti yanların ancak
birleşince anlamlı göründüğü sürrealist bir çalışmayım artık.
Sanki bugün kendimi görmeyi öğrendim, dikenlerimi sevmeyi. Bugün ben, sebatkar atın hikayesini dinlemeyi öğrendim. Bugün, görmeyi bilenler için binlerce acı ve lütuf
olduğunu öğrendim.
Bir parçamı gömdüm bu toprağa ve vakit, eve dönüş yolunu tutma vakti artık. Hiç kimse olma vakti.