24 Kasım 2022 Perşembe

AKŞAMÜSTÜ KARMAŞASI



Archive-Again


Suçu şartlara yüklemek pek tarzım değildir, ancak kabul ettiğim bir gerçek varsa o da hayatın  derinliğimizi çalarak bizi standart bir fabrika ürünü haline getirdiğidir. Aynı banttan geçmiş paketli ürünler gibi görüyorum bu insan yığınını. Yüksek bir yere oturmuş, ellerimi arkaya doğru zemine koyup başımı kendi omzuma yaslarken bir çocuk gibi dudak büküyorum bu ışıltılı yanılgıya. Orada yaşayan insanları düşünüyorum, binlerce farklı hatırayı anımsatan yüzleri, koşuşturmanın zavallı telaşını. Yolları izliyorum, fazla gelişmiş karıncalar gibi geçip giden araçları; bu intizamlı örüntü, içimde ihtişamlı bir yere dokunuyor. Kalbi sıkıştıran bir türküyü tekrar tekrar çalıyormuş gibi hissediyorum. Varlığımın naif hüznünü duyumsuyorum. O insanlardan biri olduğumu, birazdan o kalabalıkta hiç kimseye dönüşeceğimi düşünüyorum. Biri olmak yerine hiç kimse olmanın iç ferahlatan bir yanı var gibi geliyor.

Biri olmanın başarılı hissettiren gerçek dışı tanımlamasını anımsıyorum. “Başarmak gerçekten biri olmak mıdır? Kanıtlanmış bir statü, maddi güç, tanınmışlık; sahiden başarı kıstası mıdır? Bana göre bazı şeylerin farkında olmasına karşın yaşama cesaretini göstermiş herkes, en azından bir şeyi başarmıştır.  Bana göre, hayatında en azından birine dokunabilmiş, başkasında menfaatsiz olarak bir fark yaratabilmiş herkes, bir şeyi başarmıştır. Bana göre, tüm bu kaosun içinde bir an olsun öylece durmuş, durabilmiş ve kendisine soru sormaktan korkmamış herkes bir bakıma başarmıştır.” Öylece izlerken bu uçsuz hengâmeyi kafamın içine inşa ettiğim şehrin sokaklarında dolaşıyorum böyle düşüncelerle. Bu hengâmede her gün uyanıp oradan oraya kafasındaki şehri taşıyan insanları hayal ediyorum. Nasıl bu kadar donuk bir hale gelmişken burada öylece oturup şehri izlemek kalbimi söküyor? Bu çok anlamsız; nasıl o kalabalığın içinde yürürken, yaşarken içimde zerre his uyanmazken oradan sıyrıldığım an, ardı arkası kesilmeyen düşünceler kanımı çekiyor? Nasıl bir an büyük bir hiçliğin içine düşmüşken bir an rastgele açtığım filmin o üç dakikalık sahnesi benim boğazımı sıkıyor?

Kafamda oynaşıp duran bin tilkiyle oturmuş, gerçekte neyin beni mutlu edeceğini düşünürken kentin sokaklarında elinde çantasıyla hayallerine bir adım daha yaklaşma gayreti içinde olan, tekdüze hayatını anlamlı kılma becerisine sahip insanlara bakıyorum. Sanki herkesin bir hayali var, bir hayat amacı. Sanki herkesin c planı ve koşmak için bir nedeni var. Benim yok, olmak zorunda mı? Bir hayalim olmalı mı, bir hayat planım ya da hedeflerim? Dümdüz, öylesine yaşamak bir seçenek değil mi? İpsiz sapsız gün doldurmanın nesi kötü? Birilerine muhtaç olmadıktan sonra hayatı zehir zemberek yaşamak da bi’ bakıma makul bir seçenek olamaz mı? Yüzüme çaresiz bir gülüş oturuyor, yaşamaya üşenen halimle alay ediyorum. Geçenlerde okuduğum bir cümle yankılanıyor aklımda “durgun ve oldukça keyıfsiz bir günün batışını seyrederken anlam aramak”. Belki de esas çabam, başkasının kaleminden dökülen bu birkaç kelimelik cümlede saklı. Yaşama gayretim, anlam yüklemeye değer bir şey bulmaktan ibaret belki de artık; ne para ne de mal mülk, ne başka bir ülke ne de geniş bir ev, ne özgürlük ne de bir sevgili, ne statü ne de övgü; çabalamaya değer gerçek bir şey. Yokluğunda kaygı duyacağım, olduğu her ana tutkuyla sarılacağım bir olgu. İnsanı her gün yatağından kaldırmaya değecek türden bir şey arıyorum. ... Bulamıyorum. Kendi küçük hayatımın içinde ne yapıyorum ki ben tam olarak? İndiriyorum panjurları ve kapatıyorum tüm perdeleri. Çekiyorum pençelerimi bu diyardan ve buranın karmaşasından. Her şeye buz gibiyim. Boşluğun içimde yarattığı ürpertiyi hissediyorum. Ruhum ölmediyse de bir ölüm sessizliğinde sanki.

Oturmuş uçsuz bucaksız denize ve şehre bakarken soruyorum: “Neden bir şeyleri değiştirmek için yeterince çaba harcamıyorum?” Belki inançsızlık, belki de hayal kurma yetimi kaybetmiş olmam. Kim bilir belki de korkuya eşlik eden bir üşengeçlik; koşuşturmanın orta yerinde soluk soluğa durmak, güvende hissettiren illüzyon. Her şeyi anlamsız bulan biri ne için çaba gösterebilir ki? Ama itiraf etmeliyim; bir zamanlar gerçekten bir çabam, bir niyetim vardı: Kendimi farklı kılmak. Özgün biri olmayı dilemiştim. Artık özgün biri olmanın imkânı olmadığını düşünüyorum. Cehaletimden kurtulup özgün biri olmak için denediğim yollar ayağıma takıldı. Sanki cehaletimi gidermek için yaptığım her şey, bu gerçeği bir tokat gibi daha da suratıma çarptı. Öğrendikçe cahil kaldım. Farklı sandığım her düşüncem birçok insan tarafından zaten düşünülmüş, söylenmiş ve hatta bazıları kuram haline bile getirilmişti. Bir tekrardan ibaretti farklı sandığım her şey. Yine de insanın cehaletiyle tanışması cesaret isterdi, ama cehalet asla aşılamazdı. “Gelişmiş insan” ideolojik bir terimden fazlası değildi, çünkü aslında insan yapısal olarak en iyi halinde bile “gelişmekte olan” sıfatına haiz olabilirdi. Dünyada sadece cahiller, daha az cahiller ve gelişmekte olanlar vardı. Ama gelişmekte olanlar bile körler ülkesinde tek gözü olanlardı, yine de denizin dalga sesinden fazlası demek olduğunu biliyorlardı.

İnsan esintili bir akşamüstü şehri izlerken saniyeler içinde kafasına üşüşen düşüncelere pek de güven duymamalı gibi geliyor. Boğucu bir günün acısını çıkarırken içilen birkaç kadehe bel bağlamak da doğru gelmiyor. Ama zaten, bana ne yapsam yanlışmış gibi geliyor. “İyisi mi, toparlanıp evin yolunu tutayım” diyorum, ancak evde olmayı sevmiyorum. Annemin bütünlük yoksunu oradan oraya sıçrayan heyecanlı konuşmaları, vurdumduymaz telaşı ve bitmeyen merakı beni yoruyor. Kafasının içinde geçen her şeyi gürültüye çevirmesiyle baş edemiyorum. Babamın insanı ürperten sessizliğiyse canımı yakıyor. Sanki hep bir sırrı yüreğinde taşır gibi duran hali, her an öfkeye dönmeye meyilli tek kelimelik cümleleri, odadan odaya geçerken zeminde baskı oluşturan adımları içimde bir sancı yaratıyor. Televizyon sesine karışan tabak sesleri, musluktan akan su, o esnada çalan kapı ve annemin ince sesiyle 70'lerden kalma bir türküyü çocuk hevesiyle söylemesi içimde bağırma isteği uyandırıyor. Açıklayamadığım ve açıklayamayacağım bu hisleri irdelemek ve durgun duruşumun ardında yatan gerçeği didiklemek için soracağı her soru canımı yakıyor. Her soruda bahane bulmak için debelenirken hakikate çarpmak karnıma yumruk yemiş gibi hissetmeme neden oluyor. İnsanın içini ısıtan cinsten bir atmosferin karbon gazı gibi hissediyorum kendimi.  Babamın "içindeki böcek ölmüş" dediği noktada ona gülümserken düşündüğüm şey geliyor aklıma; "evet baba, böceğim öldü. Çünkü onu içimdeki her şeyi tek tek kemiren fare yedi.”  Tüm bunları anımsayınca sanki evim, dünyanın diğer ucundaymışçasına saplanmak istiyorum bu toprağa. Ama biliyorum, kendime daha fazla tahammül edemediğim noktada hızla terk edeceğim burayı. Zaten ne zaman düşüncelerimin tuzağına düşsem oradan kaçmak için hiç kimse olmanın maskesini takıp koşuyormuş gibi yapıyorum. İnsanlar varışı olan bir parkurdayken sanki ben bir koşu bandındaymış gibi koşuyorum. Varışsız bir yoruluş bu, anlamsızlığı örtbas etme girişimi, kendimi sıradanlaştırdığım kestirme bir yol.

Burada bir şehrin maskesini yüzünden söküp atarken yine ve yeniden geçmişimi ve şimdimi düşünüyorum. Dedim ya, “kayda değer bir planım yok”, gelecek her halükarda gelecek. Bense hatalarımı keşfetmeli ve keşfettiklerimi kafama vura vura yeniden öğretmeliyim. Ancak kendimin empati yoksunu kibirli öğretmeniyim ve kendimi bırakmaya oldukça da meyilliyim. Yine de korkmadan öğretmeliyim ki, hiçbir şey yapamıyor olsam bile içinde bulunduğum anda stabil bir ruh haline erişebileyim. Hayır, uzun zamandır mutluluğu kovalamıyorum, kovalayamıyorum. Biliyorum; mutlu olma hali ya da mutluluk, doğası gereği sürdürülebilir bir şey değil zaten. Benim niyetim; mutlu olmak değil, mutsuzluktan uzak kalmak, ruhumu mutsuzluğa yabancı kılmak; hiç olmazsa mutsuzluğumu indirgemek –mümkünse tabi.

Sevgilerimi, terk edişlerimi ve kaybedişlerimi düşünüyorum; kaybedişteki öfkeyi ve o öfkenin zorunlu duraksamasını. Tanınmamışlığın çizdiği masum silueti, her allahın günü kulağıma çalınan bilmediğim, belli belirsiz duyulan şarkıya eşlik etme gayretimi, kendimi daha günahsız gösterebilmek için yaptığım ikiyüzlülüğü, yumruğumu fazla sıkmaktan kanayan avucumu, bırakırsam tekrar tutacak gücü bulamam diye her şeyi ellerim arasında kirletişimi, kırılmak üzere olan tırnağa sayısını unuttuğum kez cila sürüşümü düşünüyorum. Gecenin bir vakti üzgünüm diye beklenmedik biçimde kapıma gelip aşağı inmemi isteyen o çocuğu anımsıyorum. Durmadan sahtelikten dem vuran çocukla balkonda otururken biramı her zamankinden hızlı içişimi. Hiçbir sebep yokken yıllar sonra sıradan bir “nasılsın” sorusuna sığınanı, sevgimi bir ödül gibi evinin en görünür yerinde tutanı, doğruları baştan yaratanları, yanlışları meşru kılanları, sormadan infaz edenleri ve infaz edilmiş olanları, baştan çıkarmaları ve gerçek dışı yaratmaları anımsıyorum ve hemen ardından şimdiyi… Artık ne istenen ne de isteyen biriyim. Artık kaybetmiyorum, çünkü hiç elde etmiyorum. Artık bilmediğim şarkılara dair merak duymuyor, kulağıma çalınsa bile sansürlüyorum. Günahlarıma açıyorum gözlerimi ve avucumu kanatmıyorum. Ellerimi yıkadım tüm batıl heveslerimden. Söküyorum artık ucu çatlayan tüm tırnaklarımı. Geriye kalan tüm hatıralar ise sanki tanımadığım birinin fotoğraf kareleri gibi. Sanki o anıların içinden yürüyüp geçen ben değilim, sanki o insan bir başkası. Oradaki, benden çok uzakta; başka bir benin içinde kaybolmuş gibiyim. Oradaki kişi; içindeki buhranı, kimsenin bilmediği bir odaya kilitleyip anahtarı yutardı ve eğer buhran kapının boşluklarından sızarsa yeni odalar inşa edip her şeyi o odalara sığdırırdı. Sonra, bir noktada, çatlaklardan süzenlere meydan okumayı bıraktı ve bağışıklık kazanınca da müthiş bir anlamsızlık hissiyle baş başa kaldı. Şimdi yaşadığım her şey Polanski'nin çıraklık döneminde çektiği bir film gibi; sanki o anılar, pek bilinmeyen bir şarkıya konu olan kasaba efsanesi.

Bir umut ışığı var,  ama muallakta; her an, her yöne koşmaya meyilli tavşanın far görene kadarki ömrü kadar muallakta. Oysa dünya sahnesinin Oscar ödüllü oyuncularından biriyim. Kıvırıyorum bu işi; şaka yapmayı, cilveleşmeyi, kavga etmeyi, kalp kırmayı ve gönül almayı çok iyi biliyorum. Sorduklarında, öğüt verme gafletinde bulunamasınlar diye, cümleler arasına bazı anahtar kelimeler sıkıştırıyorum. İşin özü, yaşamayı beceriyorum; ancak yaşamın kendisini arzulamıyorum. Öte yandan sokaklarda hızlı adımlarla yürürken dış kapının kilidini açtığımda uzayan adımlarımı bir ben biliyor, düşen omuzlarımı bir aynaya gösteriyorum. Halimden gocunduğumdan değil, saklanmıyorum da. Tek derdim, halim irdelenmesin. Sorulmasın "neyin var?" sorusu. Hislerim ya da hissizliğim, başkasının derinliğini kanıtlama kaygısına malzeme olmasın. Sırf beni biraz farklı bulduğu için bendenmiş gibi yapan insana tahammülüm yok; zira ne bir farkım var ne de zihin gösterişi yapan “modern” insana toleransım. Absürt bir romanın zorlama karakterleriyiz sadece her birimiz; aynı kalemden çıkma, aynı sayfalarda dolaşan ve aynı sona mahkûm.

Öylesine kuşatılmışız ki herkes ve her şey tarafından; artık herkes, herkes gibi ve her şey her an her şeye evrilmeye meyilli. Öyleyse elimizde devinimin dönemsel ve mekânsal koşullarına bağlı gerçekler dışında bir gerçek var mı? Daha birey olmadığımız yaşlarda o veya bu şekilde maruz bırakıldığımız iyi ya da kötü tüm deneyimleri çoktan soğurmuşken kendimizi ne kadar aşabiliriz? Bu, sanki kendi etini koparıp başka bir deriyi yamalamak bedenine, ne kadar çabalasan da eğreti duran bir parça… Dünyanın neresine gidersen git, kime dönüşürsen dönüş doğduğun ev ve o çocukluk zamanları, bir noktada bileğinden tutuyor seni. Fiziksel olarak aşsan da manen taşıyorsun. Ayağındaki bir nasır, kasığındaki bir yara izi misali herkesten güç bela sakladığın; ama kimi anlarda yakalandığın o eğreti yan, hiç peşini bırakmıyor. Dünya eğreti yanını örtbas edenlerle dolu; sanki bir ayıp, bir zayıflıkmış gibi sözde idealine kavuşmak için özünü yok sayanlarla, olmak istediğine olduğunu kurban edenlerle… Ve şimdi burada şehri izlerken yeniden aynı hisleri duyumsuyorum, dikişleri atan gelişi güzel yamalarımı. Sanki ben, tüm o eğreti yanların ancak birleşince anlamlı göründüğü sürrealist bir çalışmayım artık. 

Sanki bugün kendimi görmeyi öğrendim, dikenlerimi sevmeyi. Bugün ben, sebatkar atın hikayesini dinlemeyi öğrendim. Bugün, görmeyi bilenler için binlerce acı ve lütuf olduğunu öğrendim.

Bir parçamı gömdüm bu toprağa ve vakit, eve dönüş yolunu tutma vakti artık. Hiç kimse olma vakti.


6 Kasım 2022 Pazar

'BELKİ'

 


https://www.youtube.com/watch?v=4eAjdYGqZQU

Binlerce asık surat, binlerce çelimsiz beden, kaybolmuş zihin, gülmemekten gamzesini unutmuş çocuk yüzleri, koşuşturan kalabalık, durmadan gelen gün sonu, sıkılgan esnaf,  biriken ekstre borçları, ay sonları, kiralık mülkler, sağa sola çarparak yürüyenler,  etrafta uçuşan tozlar, dalgınlıkla girilen çıkmaz sokak, U dönüşleri, kalabalık istasyon durakları, yaya geçitleri, dilenen çocuklar, uykusuzluk, ağrı kesiciler; hayat bunlardan ibaret. Şehrin akıntısına kapılmış insan terse yüzmenin anlamını çoktan unuttu. Sistemin yuttuğu ve dönüştürüp tükürdüğü bizler, posamızla yaşıyoruz çoktan biten ömrümüzü. Bir gülüş, bir heyecan uğruna onca eziyete tahammül edip bir güzelliğe ulaşmanın hayaliyle dolduruyoruz günleri. Ölüm kapımızı tıklatsa kayda değer tek bir şey bulamamanın korkusuyla paçayı kurtarmaya bakıyoruz her bir günden. Öylesine, nereye gittiğimizi bilmeden, siluetini çizdiğimiz belli belirsiz bir hedefe koştuğumuza inanarak tamamlıyoruz yılları. Ona ulaşamayınca "hayırlısı buymuş" deyip sırf yaşamak adına bir hedef daha koyuyoruz. Yalan aslında, içten içe biliyoruz; yaşama katlanmanın sahte motivasyonu, bir 'belki'nin ucunda yaşamak, yükleri sırta yükleyip kalbi boşaltmak. Bu, çoktan soyulmuş deriyi germek, şanslıdan esinlenip inandığına inanmak.

Hayatın sıkıcı olduğunu kabul etmediğimizden bu yalpalama. Evet, hayat sıkıcı ve çoğunlukla güzel sandığımız şeylere ulaşmak kötülükle döşenmiş yolları yürümekle mümkün. Hayatın güzel olduğunu söyleyenler var; haklı olsalardı onu güzel kılmak için bunca yükün altına girmek zorunda kalmazdık. O, salt haliyle hiçlikten ibaret; biz içini doldurmak için günbegün debeleniyoruz. Debelenirken keşfediyoruz, keşfettiğimiz her şeyde kaçırıyoruz dozu. Düşünceler yakalamasın bizi diye anlamlı ne varsa içini boşaltıyoruz. Bizim sorunumuz bu; olduğu gibi kabul etmeyi bilmediğimizden, ruhumuzu dünyaya teslim ediyoruz. Kanepenin gıcırtısına, kaçırılan otobüse, nezaketsiz insanlara tahammül ediyoruz sırf bir gün ellerimizin arasında somut bir şey olsun diye. Sırf bedenimizin bizi yarı yolda bırakmaya başladığı periyoda geldiğimizde “hiç yoktan bunu yaptım” diyebilmek uğruna bizi biz yapan her şeyden her gün biraz daha vazgeçiyoruz. İnsanca yaşamanın ümidiyle insanlıktan çıkıyoruz. İlk gençlikte meydan okuduğumuz ne varsa bizi sokağın ortasında evire çevire dövünce anlıyoruz, zaten başka yolu yok. Yol tek, ister yürü ister dur. İşte o küçücük belki uğruna yürüyoruz. 'Belki' yerini bulmazsa buruk mücadelemizin gururlu hissine sığınıyoruz.

Çarkın içinde durmaksızın koşan fare bitap düştükten sonra nereye varmış olur? Bizim koşuşumuzun keyfi değil, zoraki oluşunu saymazsak hayatlarımızı o fareden ayıran şey nedir? Sadece bir “belki”. Koşup varamadıklarımız, çabalayıp alamadıklarımız, tekrara düşen anılar; hepsi aynı ümidin çıktısı. ‘Keşke’nin hüznünü ‘belki’nin gururuna jelatinlemek, korkudan; her öfkeli uykunun 7’ye kurulu nefessiz sabahını sarı filtreli bir sigarada söndürmek, alışkanlıktan; eskisi gibi düşüncelere dalmamak, nasırlaşmaktan; bin insanla bin tilkiyi susturmak, kolay geldiğinden; hiçbir yere varmak için koşmak, başka yol bilmediğinden.

Kendi kalibremizde olmadığına inandığımız onca insanla muhatap olmak, hatta saygı göstermek zorunda kalıyoruz. Varoluşu dahi saygın olmayan kimselerin boyunduruğuna hapsediliyoruz. Sesimiz biraz fazla çıksa ensemize inen yumruğun kölesi haline getiriliyoruz. Özgürlük çığırtkanlığı yaparken hür irademizi gölgeleyen her şeye eyvallah çekiyoruz. Hiçlikte esamesi okunmayacak ne varsa kutsalımız yapıyoruz. Sözde gerçekleri, maddesel güzellik uğruna hakikate tercih ediyoruz. Namı kendinden önce gelen her nesneye “ihtiyaç” diyoruz. Hatrı sayılır sorunları basit zevklerle örtüp –mış gibi yapıyoruz. Yarın kalbimiz dursa gözümüzün açık gideceğini bile bile ömrümüz sonsuzmuş gibi koşuyoruz. Bildiğimiz onca acıya üç maymunu oynamak zorunda hissediyoruz, oynuyoruz da. Kurallar belli, yol belli. Ağır aksak adımları hızlandırmak için çelimsiz sırtımıza her gün yeni bir darbe indirilmesine müsaade ediyoruz çaresizlikten. Döngüsel bir hayatın parmaklıklarını bükme belki’sine bin tane pişmanlık sığdırıyoruz.

Görünmeyen kastın alt sıralarında yer seçebilmek için emeğimizin yarısını tüzel kişilere armağan ediyoruz ve böylece edinme özgürlüğümüz olduğuna inandırılıyoruz. Halbuki mesaiye ayrılan günlerden biriktirdiğimiz bir ömrün mahkûmuyuz. Ne kefeni yırtıyoruz ne de mezara giriyoruz. Oysa beraat gününün hayaliyle ayaklarımızı sürüdüğümüz o pisliğe çoktan batmışız. Ücrada kalan bir parça hevesin ipini tasma gibi geçirmişler boynumuza. Gördüğümüz birkaç sokaktan ibaret sanıyoruz dünyayı. Yediğimiz bir güzel yemeğin damakta bıraktığı yürek burkan tadını arıyoruz adım adım. Az okşansa başımız, inanıyoruz yolun çiçeklerine. Bi' anlığına dünyanın parlak ışıklarına kanıyoruz, hep ihtiyaçtan. Çıkar yol yok ya, işte o ufacık anın inancıyla, çürüyoruz. Önce ruhlarımız, sonra da bedenlerimiz kokuşmaya başlıyor yavaş yavaş. Kim olduğumuzu çoktan unutturmuş bir mücadelenin gıcırdayışı bu. Olağan biçimde kaçınılmaz varsayılan son, bir şuursuzun yarattığı girdapta sönen hayat, sınırsız bir Truman Show, öyle dendiği için öyle yaptıklarımız, öyle öğretildi diye öyle yaşadıklarımız, nesneleştirilmiş bir soluğun ıstırabı, haşmetli bir çürüyüş.


7 Ekim 2022 Cuma

DİKOTOMİ

 



Dafné Kritharas - La rosa enflorece

https://www.youtube.com/watch?v=_4hq6_V5a6M 

Hiçbir zaman güçlü görünme gibi bir kaygım olmadı. Değilim çünkü. Herkes gibi zayıflıklarım, çirkinliklerim ve zaaflarım var. Bunlar için bir sahne yaratmadım, ancak yeri geldiğinde de halının altına süpürmeye kalkmadım. Zayıflıklarım benim savunmasızlığım değil, aksine en sağlam kalkanımdı. Çünkü kesildiğinde derim, canımın en çok nerden yanacağını bilirdim. Beni kanatan aslında insanlar da olmadı hiçbir zaman; beni kanatan içimde karşılık bulduğu noktaydı. O noktayı onarmak, iyileştirmek için epey uğraş verdim; belli bir raddeye kadar başardım da. Ancak onardığım kadar da aşındım. İyileştiremediğim kısmından şikâyetçi değildim, insan olduğumu hatırlatıyordu. İyileşme çabası -yaralarını iyileştirme değil, kendini daha sağlam, daha güzel biri haline getirme çabası- hayatıma anlam katan tek şeydi. Belki bir ömür sürecekti belki seneler, ancak başka neydi ki tahammül etmeye değer bu bir anlık nefese?

Hep acelesinde bile sakinlik olan, birini değil de hayatı kırmadan yaşayan insanlara özendim. Bilirdim ki ben böyle biri değilim, belki olurdum ancak mevcut koşullarda benim sakinliğimde bile bir telaş vardı; bir yere varma telaşı, bir işi halletme, bir boğuşma telaşı. Neydi ki bunca koştuğum? Bir atlıyı utandırır cinsten bu hızım nedendi? Üstelik onca hebaya vermişken boğazımı nice telaşla, neydi bu savaşım?  “Kader gayrete âşıktır” derler, ancak gayret bir okşama mıdır, bir telaş mı; onu da çok yanlış anladım. Yine de gocunmuyorum halimden, sonuçta her gün yeni bir savaş, her gün yeni bir öğüt. Her nefes başka bir yarış, her nefes başka bir yakarış. Güzelliklerle çirkinliklerin ipeksi bir kumaşla birbirine bağlanışı, bir yin yangin ortasındaki kıpırdanış,  şerde hayır arayan dini bir teslimiyet, dönüşsüzlüğün batıl korkusu, bataklıkta açan çiçek ve çiçeğe saklanmış zehirli bir böcek.

Hangi güzellik örtüyor bunca çirkinliği, hangi iyilik gün yüzüne çıkarıyor maskeli kötüleri? Örselenmekten nasır tutmuş parmakların yumuşak tüylü bir kediyi sevdiği dünyanın ortasında gezinen onca ruh hangisini görüyor; kediyi mi parmakları mı? Seven bir eli mi, nasırı mı? Kim bir neden buluyor derin bir kuyudan mahkûmiyete? Kim doğuruyor aydınlığı kahkahasında, acısıyla kim yerle yeksan ediyor bir arabanın arka koltuğunu? Kim savunuyor yokluğun can yakıcı olduğunu? Kim şu boşluğu her gün onca şeyle doldurup her gece yeniden o tanıdık boşluğa sığınıyor? Uyanınca kim hayali bir düşmana savaş açıyor? Kim yakasına yapışıyor cani bir hancının, kim eteğine diz çöküp yalvarıyor? Kaldırımda uyuyan sokak hayvanları ürkmesin diye yola inen insan, öldürünce ceza almayacağından emin olan bir caniye nasıl dönüşüyor? Hıçkırığını bir kaza sonrası kaldırıma hapsettiği çaresizliğinden kim sıyrılıp bile isteye yaptığına kaza süsü veriyor? Kim kininden yaptığı mızrağı kendi kabilesine atıyor? Yitik düşmanını memleketine kim kendi kervanıyla uğurluyor? Kim kendi savaşının hem öznesi hem de nesnesi oluyor?

Önce hayatla, sonra insanlarla en sonunda da kendimle bir savaşa tutuştum. Her bir savaşta öfkemle tutkumun dengesiz karışımı tarafından mağlup edildim. Ne benden bağımsız bir akışın ne de bir başka ruhun tesiriydi beni yok eden. Ben kendime durmaksızın bir sebep aradım. Kendimle alıp veremediğim ne varsa kurbanı ettim başkalarını. Her biri benim adaletten yoksun dogmalarıma adak edildiler. Kimisi gönüllüydü buna, kimisi merhem aradı yarasına. Karanlık ya da aydınlıkta, güzde ve de baharda kaybolmuş birkaç ruhun hancısı gibiydim oysa. Katil bir hancı gibi sapladım gümüşten hançerimi seyyah yüreklere. Kendi cezasını başkalarına kesen bir caniydim, ancak tevazudan yoksun bir merhametle öldürmeden önce söylerdim öldüreceğimi. Seyyahlar hancıyı ne kadar alaya aldıysa o kadar biledim bıçağımı. Hancı aslında öldürmek istemezdi, söylerdi öldüreceğini seyyahlara kaçsınlar diye. Seyyahlar ise bu ferah hanı terk etmek istemezlerdi. İçten içe hancıdan korksalar da kendilerini kandırırlar, onu alaya alırlardı. Vicdansız bir merhametle bezenmiş hancı olduğumu düşündüm bunca zaman. O yin yangin ortasında, sabırla gitmelerini beklerdim yolcuların. Ancak öyle severlerdi ki hanı, bazen seyahati uzatmak pahasına kalmaya devam ederlerdi. Hancı gecelerce yolcuları dinlerdi, onlar dünyevi yanlarını bir kapı ardına sıkıştırıp çıplak kaldıkça hancının kalbini vakur bir merhamet kaplardı. Bundandır, her canını aldığı yolcu için bir fidan eker, ruhlarını şad ederdi. Hancının sevgisi ruhuna içkin ve açtı; yine bundandır, ne terk edebildi cesetleri ne de öldürmeden durabildi. Günün sonunda bu büyük ocağın kapıları bir dönüşsüzlüğe açılırdı. Ve bu kısır yuvaya  öldürme korkusu olmayan bir yolcu uğramadan hancı huyundan vazgeçmeyecekti.

Şimdi tutkulu bir âşık ve cani bir katil olarak gömülü hancı toprakta; öyle güzel öyle ölü. O son vuruş için hazırlık yapıyor sinsi sessizliğiyle ve artık bilmiyor kim yolcu kim hancı. Bilmiyor kim dindar, kim adak. Bilmiyor kim kurban, kim cani.  İnsan günü gelince hepsi oluyormuş. Acılı gözlerini hanın parlak sarı ışığına diken ruh, başka bir konseptte elini kana bulamaktan gocunmuyormuş. Kimse aka boyamasınmış karasını. Herkes gücü yettiğince kötü, herkes gücü yettiğince iyiymiş meğerse. Meğerse hayat her şeyiyle yaşamak değil, biraz da ölmeyi bilmekmiş. Hayat, o ipeksi kumaşmış biraz da, kıpırdanışmış. Meğerse hem bir bekleyiş kadar çaresizmiş yaşamak hem de bir kabulleniş kadar serin; hem bir çiçekmiş hem de yuva olduğu zehirli böcek.


25 Eylül 2022 Pazar

ZİYAN

 




Kaygan ruhuna kim tutunmaya çalışsa kayıp düşüyordu. Sigarayı hep çok içli içerdi, sanki sonmuş gibi yakardı her sigarasını. Rüzgarın güne eşlik ettiği zamanlar insanlara farklı bir pencereden bakardı. Durağan gülümsemelerin, hüznü yürürlüğe sokmanın, karşıtlığın insanıydı. Severdi alayı da acıyı da. Yine de sıradandı, çaresizliğin resmini çizince canavarlaşırdı. Öptüğü dudakları kanatırdı. İçinde yaşattığı vahşiyi içten tebessümleriyle gömerdi. Yine de durmadan ölümü düşünürdü. Her yaş gününde bir sonraki yaşını görmemeyi dilerdi. Güzel bir hayat yaşamaktansa asil bir ölümü yeğlerdi. Kim bilir belki bundan hayatını güzelleştirmek için çaba göstermez, kısa vadeli planlar yapardı. 

Güleç yüzünün ardında bitmeyen bir öfke barındırırdı. Her, gün yüzüne çıkardığında her şeyi yakıp yıkan türden bir öfkeydi bu. Belki bundan elinden geldiğince içinde yaşar, etliye sütlüye karışmazdı. Ama başkasının gürültüsünden kaçtıkça kendininkini susturamazdı. Sonbaharda ağacından kopmuş bir kuru yaprak gibi savrulurdu da yine de şikayet etmezdi. Kalbinden düşen kırıkları bir bir toplayıp yapıştırır ve eskisi gibi olduğuna inandırırdı kendini. Devletçe toplatılmış bir kitabın son nüshasını okuyormuş gibi yaşardı hayatı. Sanki yıllarca dursa en büyük hazine olacak, ancak durdukça da onu ölüme sürükleyecek cinstendi hisleri ve o, düşünmeden her gün yeniden ölümü seçiyordu.

3 Eylül 2022 Cumartesi

YENİDEN KIZIMA (vol.2)





...ve gösterişli bir hatanın peşinde savrulan herkese

Ah benim zavallı güzel kızım, ne de severdin hava yenice kararırken bulutları izlemeyi, palmiye ağaçlarını, dolunayı ve yağmur kokusunu. Tel örgülerle sardığın kalbini bir kucak dolusu sevgiyle kaplamayı… Nerede o sadeliğin, nereye gitti naifliğin? Nasıl da baştan yarattın kendini en kötü versiyonunla. Hâlbuki onca uyarmıştım, seni dönüştürmelerine izin vermemeni söylemiştim binlerce kez. Bak ne haldesin şimdi; ne kendini seviyorsun ne de eskiden seni hislendiren şeyleri. Hani gökyüzünün pembe mor renkleri inancını tazelerdi? Hani her şeye rağmen koruyacaktın hamurunu, hani yıkılmayacaktı göğsün, ayakların toprağa bastıkça? Sözlerini ne de çabuk sildin hafızalardan. Gözyaşın kurumamışken seni uykuya emanet etmelerimi de mi unuttun? Bunca mı nankörsün acına. Neden ezdin o hızla atan körpe kalbini? Biliyorum, bunun zorluğunu kabul etmiştim, yine de inandım gücüne; yılgın bakışlarına rağmen sıcak kollarına, solgun boynuna rağmen topuklarına. Hata mı ettim, yoksa esas hatam seni bu dünyayla buluşturmak mıydı?

Sana lavanta kokulu yastık kılıflarının, perdenin kıyısına takılmış tek ömürlük kelebeğin, huysuz Eyüp Amcanın bile sevilecek yanları olduğunu anlatmamış mıydım? Neden kendini üstüne bastığın o kırmızı toprağın altına gömüyorsun şimdi? Ne uğruna, kim uğruna? Sana şurda geçirdiğim günden fazla kez demedim mi yalnızlığını kanıksa diye?  Neden inatla girdin girme dediğim o taşlı yollara, neden karıncaları ezdin? Sana yeşil yanarken bile karşıya geçmeden etrafını kontrol etmenin önemini hiç mi anlatamadım? Oysa sen kırmızıda bile güle oynaya koştun o yolun karşısına, taşı bırak kayalık tepelere yöneldin, karınca yuvalarını ezdin. Benim karnımda bin duyguyla büyüyen bir canavara dönüştün. Bildiğimden onca anlattım, yine de karanlığı yuvan belledin. Nasıl pembe dudaklarını çaldın siyahlara? Gördüm pişmanlığını, sayıklamalarını duydum gecelerce. Yine de ittin beni, dünyaya olan öfkeni bana kustun. Ruhunu kaplayan sızının kaynağını bulamadıkça hırçınlaştın. Ama dinle, söyleyeceklerim bitmedi.

Sen hiç inanmasan da bir aydınlık var; bu karanlık ormanın sonunda masmavi bir deniz var ve omuz silksen de kendin olabildiğin bir ev var. Yeterince yürümemiş ve yorulmamışsan kıymetini bilemeyeceğin bir vatan var; oraya varmadan asla göremeyeceğin, ama gördüğünde Buna değdi diyeceğin. Ne çabuk unuttun o sancılı kâbustan uyandığındaki rahatlayan dudaklarını. Kızım, bu dünya sancılı bir kâbus gibi. Seni kandırıyor ve yok ediyor. Lütfen daha çok ve daha hızlı koş. Çevir bakışlarını karara.

Her izlediğinde bildiğin halde sonunu merakla beklediğin filmi düşün, kokusu hiç solmayan çiçekleri. O en sevdiğin şarkının solosu çınlasın kulaklarında. Parmağının kenarında kaşıyıp durduğun o yarayı anımsa. Yaralar, acılar gibidir kızım; didikleyip durursan geçmez, iyileşmez. Kendine ve yaralarına zaman tanı, yaşamak için alan bırak kendine. Kıstırma, boğma, yozlaşma. Filmlere sarıl yeniden, çiçekleri sev; oldukları gibi, yuvalarıyla. Seni dalından kopardıklarında berraklığını, kökünü nasıl yitirdiğini unutma. Sen artık solmuş bir çiçeksin belki, ancak farkın var; kendini yeniden köklendirebilme kabiliyetin. Bunu yabana atma, yoğur kendini ve doğ yeniden yalnızlıklar arasından. Tekrar otur o dolunayı izlediğin balkona. Masalara serdiğin o mor desenli örtüleri düşün, o en güzel yaptığın biber dolmasını yap yeniden. Tane tane, küçük ince parmaklarınla kestiğin domatesleri düşün. Onların kabuklarını soymaya her üşendiğinde sana attığım muzip gülüşü… Sen ki onca seni kanatan yaranın kabuğunu soymuşken neden şimdi böylesine halsizsin? Ne çabuk unuttun o dalgalı denizlerde bile suyun yüzeyine uzanışını. Ne değişti de gücünü görmezden geliyorsun şimdi?

Benim biriciğim, harekete geçmek için istemeyi bekleme. O eski dostumun dediğini hatırla; Bazen aksiyonun kendisi motivasyonu getirir.” Sana hiç gösterişli bir hayat vadetmedim, sana kanseri yeneceğini ve daima ellerinin arasında bir karanfil buketi tutacağını söylemedim. Sana sadece yeniden ayağa kalkmanın, mücadelenin ve nefesin kıymetini öğrettim. Ne hevesle dinlemiştin anlattıklarımı, bana hak verip sımsıkı sarılmıştın hani. Unuttun mu seninle bir kadehin iki ucunda bıraktığımız ruj izlerini? Daha öğrenecek çok şeyin var. Üstüne basıp gidemediğin ne varsa kenarından yürümeyi, küçük harflerle yazmayı, yanında olmayanları aklında tutmamayı, suçları aklamamayı ve bir enkazın altında bile bir bebeğin yaşıyor olabileceğini öğrenmen lazım daha; kendi halindeliği, sessizliğin değerini, hayatın sanıldığı kadar da kısa olmadığını. Ben çok geç öğrendim, sancılı bir öğrenişti; seninki kolay olsun istedim. Ömür, acılı bi’ ruhun gün doldurmalarıyla geçer mi sanıyorsun? Geçmiyor kızım. Evet, bilincin hazin yakarışı peşini bırakmıyor; evet, çoğu kez takatin tükeniyor. Ancak mesele, rağmenlere rağmen yaşamak.

Belki de her anne gibi biraz sığ kalıyorum senin için. Yapamadığımı sen yap, düştüğüm hatalara sen düşme, ayak bileklerini o bataklığa kaptırma istediğimden konuşup duruyorum. Biliyorum, sözlerim boşa. Benim aykırı doğamdan esinlendin çoktan. Sandığın ne varsa yaşamak, sınamak isteyeceksin. Bilgiyi, pratikle test edeceksin. Kendi ellerinle, kendi acınla hayatı durmadan yoklamaya alacak, haddini aşacaksın. Her düşüşün bir kalkışı olduğuna inandığından hep inadına peşine düşeceksin şüphelerinin ve sanılarının aksini her ellerine alışında bir kez daha çakılacaksın yere. O kadar çok düşeceksin ki bu asi yönteminle, bir gün dizlerine yaptığın onca pansuman kanı durdurmayacak raddeye gelecek. O zaman anlayacaksın dediğimi; tüketilmiş sevgileri, noksan hevesleri ve günahkâr dualarını anlayacaksın. Ben sana “koş” diyorum, ama pusulan bozuk kızım; yönün yok, yolun kayalık. Koş evet, ama doğru bir pusulayla. Hâlbuki sana kutup yıldızını daha gözlerin ışıldarken göstermiştim.

Böyleydim, muğlaklıktan nefret ederdim. Ama bırak yavrum, bırak bazı şeyler de muğlak kalsın. Bırak bir su da bulanık olsun. Bırak bi’ yağmurun ardından da gökkuşağı çıkmasın. Ne yazık ki hayat, her soruna yanıt alabileceğin bir yer değil. Ancak güzel yanı ne biliyor musun; bazen de hiç aklına gelmeyen sorulara yanıt verir. Bırak biraz karışsın kafan, senin hayatı yaşamaya direttiğin kadar onun da seni yaşamasına izin ver. Hiçbir ilişki biçimi tek yönlü değil; bunu da söylemiştim hatırlıyor musun? Acıyı sevmediğin için orta şekerli yaptığım, tabağına taşmış o kahveyi içerken söylemiştim hem de. Hep istedin hayattan; bir aşk istedin, bir yolculuk, güzel hatıralar. Ama ne verdin ona? Karşılıksız bir isteyişten ibaretti arzuların; sevmeden görülmek, vermeden almak istedin. Hak ettin mi peki gerçekte?

Bana kızıyorsun şimdi. Söylediklerim canını yakıyor. Bırak yansın; yalandan değil, gerçeklerden yansın canın. Sağlam bir duruş, kabullenilmiş acıların getirisidir. Sana acılarını terk etmeyi değil, onları sevmeyi öğretiyorum. Ancak seversen kabullenirsin ve ancak kabullenirsen zırhını tekrar kuşanabilirsin. Kalk şimdi ayağa, mertçe savaş. Sen sinsi bir er kalıntısı değilsin. Vatanın, yuvan kendi içinde. Koru onu yeniden. Çok daha küçükken yaptığın gibi, sadeliğini silahın yap. Kimseyi vurma, ancak kendini onların seni vuramayacağı hale getir. Güç budur.