7 Temmuz 2019 Pazar

Sadece Barmenler Girebilir



                     


***Bilgilendirme***
Bu yazı barda tek başıma geçirdiğim beş saat sonucu ortaya çıkmıştır.
Mesaj niteliği taşımamaktadır.


İnsanların barda tek başına oturmalarının üç sebebi vardır: ya üzgündürler ve tek başına içmek istiyorlardır ya barmeni tanıyordur/tanımak istiyordur  ya da barda güzel bir kadın/erkek vardır. Bende çoğunlukla ilk ikisi geçerli olur. Bir de bardaki insanları izlemeyi severim,  ama bunu listeye eklemedim, çünkü istisnai bir durum olduğunu düşünüyorum. Bardaki insanları sadece izlemeyi değil, onların konuşmalarını dinlemeyi; onlara hem görsel hem işitsel olarak yakın kalarak gözlemlemeyi, insan ilişkilerini düşünmeyi de severim.


Bu satırları da takdir edersiniz ki bir bar sandalyesinin üstünden yazıyorum. Aslında ne kağıdım ne kalemim vardı; barmenin arkadaşınız olmasının hem dezavantajı hem de avantajı vardır: bir şeye ihtiyacınız olduğunda imkanları zorlar (mesela kağıt ve kalem bulur), ayrıca içkiye çoğunlukla ücret ödemezsiniz;  ödediğiniz zamanlarsa buna değer, çünkü torpillidir. Dezavantajı ise gecenin ilerleyen  saatlerinde yoğunluk ve insanların promil oranı arttığında öfkesini sizden çıkarabilir ve bazen de nazı size geçtiğinden isteklerinizi geciktirebilir. Neyse ki bu bardaki iki barmen de arkadaşım.

Tam üç saattir buradayım. İnsanlar içmeyi ve takılmayı seviyor, böylece şehrin telaşından kurtulup bir nebze günlük sıkıntılarından sıyrılabiliyorlar. Kimi ertesi gününü bile yok etmek istercesine içiyor, kimisi sabah erken kalkmak zorunda, kimisi bu gece sevişecek, kimisi yatağında yalnız uyuyacak. Burada birileri öğrenen birileri öğreten, birileri zengin birileri cebindeki son parasını alkole yatırıyor. Ama işte hepimiz yan yana ve ortalama 150 metrekarelik alana sığışmış durumdayız.  İnsanların ortak yönleri bazı anlarda tüm farkları yok ediyor.

Oturduğum yerden bakınca sağ ve solda iki çift var. Saat on iki yönünde erkek erkeğe takılmayı yeğleyen iki orta yaşlı adam,. Biri diğerine göre daha genç. Nispeten genç olan üstüne fena sayılmayacak bir gömlek geçirmiş ve kirli sakalı var. Daha yaşlı olanın saçları hafiften dökülmeye başlamış. Sabahtan beri neden bu kadar güldüklerini merak ediyorum. Saat üç yününde erkek erkeğe takılma kılıfına sığınan iki sap; sohbet ederken göz teması kurmadıkları gibi yalandan gülerlerken etrafa göz gezdirmekten kendilerini alamıyorlar. Umarım bu gece görecekleri son şey elleri olur. Bu tatlı temennimin tek sebebi, yapmacık hareketlerden ve kasıntı insanlardan  hoşlanmıyor oluşum. Saat iki yönünde telefonla konuşarak bir işini halletmeye çalışan bir adam; hem barmenle hem telefondaki insanla iletişim kurmaya çalışıp başarı gösteremiyor. Sanırım bu gece işi hallolmayacak. Saat beş yönünde yalnız başına oturan genç bir erkek (bu çok görülmez), iyi birine benziyor, onu sevdim. Saat sekiz yönünde bir çift daha. Bardakilerin geri kalanı ise gözlemlediğim kadarıyla yalnızca masaların boşalmasını bekleyen insanlar. Çok beklerler; bu mekanda bu saatte masalar boşalmaz, sadece bardaki masa bekleyen kişi sayısı artar.

Sol tarafımdaki çift ilk bakıldığında ataerkil bir ilişki yaşadıkları düşünülen, ama aslında anaerkil bir ilişkiye sahip iki alakasız insan. Erkek kadınını korumaya çalışan sert ve tehlikeli bir yırtıcı gibi görünse de dişisinin karşısında sadece küçük pençelere sahip bir kedi haline geliyor. Sağ tarafımdakilerde erkeğin bir kadına kendini kanıtlamaya çalışırken kurduğu alışıldık ve bayağı cümleler, bilirsiniz o cümleleri: “Aslında ben de …. biriyim, pek gösteremiyorum.” , “Önceden yaptım birkaç şey, ama senin gibi biriyle tanışacağımı nereden bilebilirim…”  Kadın ikna olacak gibi görünmemeyi tercih ediyor, ama çoktan ikna olmuş ki şu an buradalar. Bu da kadınların alışıldık “ağırdan satma stratejisi”, bu buluşmadan önce kadının bir arkadaşının “Yüz verme.”  demiş olma ihtimalini düşünmeden edemiyorum. (Yanlış anlaşılmasın, benimki kendi çıkarımlarımdan yaptığım bir genelleme ve yanlışlanabilir. Aranızda böyle olmayan kadınlar vardır elbet, zira bu kadınlardan biri de benim).

Bar kültürü diye bir şey olduğuna inanırım: Çok iyi bir içici olabilirsin, ama barmenin işine karışmamalısın. Yeni insanlar tanımak istiyor olabilirsin, ama her gördüğünle tanışmaya çalışma ve üslubu koru. Muhtemelen aynı barda tekrar karşılaşacaksınız. Sarhoş olup barmene sarma, her ne kadar iyi bir dinleyici olsa da mekanın en çok yorulanları onlar. Ne mutfak personelleri ne de servis elemanları onlar kadar yorulmuyor. Zira ilk grup yalnızca siparişleri servise hazır hale getirmeye uğraşırken ikinci grup da yalnızca müşterilerle muhatap olur. Oysa barmen her ikisinden de sorumludur, hem beynini hem de bedenini aynı anda kullanmak zorundadır.  Şu an burada oturmamın sebebi, buradaki barmenlerin bahsi geçen konuda gösterdikleri başarıdır.

Az önce bir bardak kırıldı. Müşterilerin yüzde doksanı alkışladı (Yüzde onluk dilimdeyim, çünkü bu satırlarla meşgulüm). Biri herhangi bir şey kırınca bir okulun yemekhanesi,  şık bir restoran, sıradan bir bar fark etmeksizin alkış tutmak alışıldık bir eylemdir. Pek çok kültürde de yeri olan bu eylem çoğunlukla ikincisi kabul görse de iki şekilde yorumlanır: ya kinayeli bir ‘aferin’ dir ya da nesneyi kıran kişi kendisini kötü hissetmesin diye ona destek çıkmaktır. Nasıl yorumlanırsa yorumlansın, sevdiğim bir gelenektir. Yukarıda “farkların kimi anlarda yok olması”ndan bahsetmişken de çok manidar oldu bu olay.

Barda beşinci  saatime yaklaştım, bu barı yaşamayı sevsem de artık terk etmek zorundayım. Siz kalanlara iyi eğlenceler! İçin bakalım, bugün de bir gün daha yaşamanıza için!


15 Haziran 2019 Cumartesi

Ben Yalancı Değilim





BEN YALANCI DEĞİLİM



Az önce yalan söyledim, fark ettiniz mi?

En yetenekli yalancılar önce kendilerini kandırırlar. Çünkü herkes bilir; insan, kendisinin inanmadığı şeye kimseyi inandıramaz.
Günümüzde yalan dediğimiz olgunun evrildiğini söylesem karşı çıkacak birsürü yalancı tanıyorum. Onlara kızmaya hakkım yok, neticede hangimiz yalancı değiliz ki?

Geçenlerde kararsız kaldığım bir konu hakkında arkadaşlarıma danıştım. Konu bir gerçeği söyleyip söylememekle ilgiliydi. Neyse ki arkadaşlarım o içimi rahatlatan(!) açıklamayı yaptı: "Gerekli olsa da bir şeyi söylememek yalan söylemek değildir." Bana göre ise bu yalanların en tehlikelisidir. Söylenmesi gereken bir olayı paylaşmamak, daha doğru ifadeyle 'onu saklamak' en korkutucu yalan türüdür. Karşındaki kişinin seni sınayabilme şansı yoktur çünkü, dolayısıyla yalanların en kolayı da budur.

Kabul edilmelidir ki; her şey herkese söylenmez, bazı şeyler de bazı kimselere. Ancak söz konusu olay doğrudan ya da dolaylı olarak o kişiyi etkiliyorsa saklamak da bir yalandır. İnsanoğlunun en büyük handikaplarından biri de bu noktada kendini gösterir, "saklamak" bir yalan değildir. Dahası buna tutunarak kendini kandırdığının da farkında değildir insanoğlu. Ne kadar güzel değil mi? (!)

Bir başka yalan türü ise her gün hepimizin yaptığı şey aslında. Mevlana' yı ister sevin ister sevmeyin, ama kabul etmek gerekir ki çok yerinde konuşmuştur "Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol" derken. İnsan dediğimiz yaratık zanneder ki, yalan söylemek yalnızcca sorulan soruya doğru yanıt vermemektir. Keşke bu kadar basit olsaydı, belki bu bizi bi' nebze de olsa masum kılardı. Ne yazık ki 'yalan' -sanıldığının aksine- verilen cevaplarla olmaz, hatta bazen söz ile bile olmaz. Yalan, temelinde herhangi yetişkini, bir çocuğu, bir  toplumu aldatmayı, kandırmayı ve bilinçli olarak yanlış yönlendirmeyi barındırır.(Gerçek yalancıların hala iğneyi kendilerine batıramadıklarına eminim.) Bir kadın makyajıyla, bir erkek arabasıyla süsler gözleri. Kadın "çekiciyim" imajı yaratırken erkek "güçlüyüm" imajını oluşturur kafalarda ya da en azından bunu dener. Bahsi geçen konuyu somutlamak adına verdiğim bu küçük örnekleri reddebilirsiniz. Sonuçta her kadın makyaj yapmaz ve her erkeğin arabası yoktur. Peki o hoş lakırdılarınızda "Bence de öyle." , "Aynen, katılıyorum. " diye onayladığınız fikirlerin kaçı gerçekten onaylanıyor, peki "ben de öyleyim" , "ben de öyle yaparım." diye kendinizi dahil ettiğiniz o güzel özelliklerin kaçı sizde mevcut?

Belki göğsünüzü gererek yürüdüğünüz o sokaklar, üstünüze geçirdiğiniz en 'trend' giysiler anlamaz yalancı olduğunuzu,  insanları da inandırdınız diyelim; peki gece kafanızı koyduğunuz o yastık, sabah uyandığınızda baktığınız o ayna.. onlar da mı anlamayacak yalancı olduğunuzu? Tabi ya, siz bu yetenekle onları da inandırırsınız.  Çok sevdiğim bi' yakınım bugün bana "İnsan en kolay kendini kandırır, çünkü inanmak ister." dedi. Yüzündeki o bilge gülümsemeyi unutmayacağım.
İnsanoğlu öyle bir mahluk ki bilip görmezden gelmek, planlayıp ertelemek, yalanın kötü olduğunu savunurken bile kendini çoktan binlerce kez kandırmış olmak gayet olağan bizler için. Bazen sıradan bir kedi olsam sanki her şey daha berrak olacakmış gibi geliyor.

Uyanın artık!  Bir şeyi saklamak, olmadığın gibi görünmek, sözüm ona iyi geçindiğiniz birinin arkasından konuşmak yalan söylemektir, aldatmadır.  Vicdan o "yalan değiller"le rahatlamaz, kabullenmekle rahatlar ve en azından yapmamayı deneyerek. Onlarca yalanı hiç kimsenin sırtlanmasına gerek yok. Doğruyu söylemek daha basittir yalan söylemekten. Nasıl bir varlıktır ki insan, yatağıyla sokak arasındaki bir kapı onu değiştirir?

Yalanla kendinize sağladığınız imkanlar ve kurduğunuz ilişkiler zemini sağlam olmayan bir binadan ibaret, umarım deprem çantanız hazırdır. .... Ya da durun, umarım hazır değildir, depremle yerle bir olursunuz ve böylece -bir umut- karakterinizde rönesans devri başlar.

26 Mayıs 2019 Pazar

KAYIP





Sevilmeyen bir insanım, sevilecek bir yanım da yok zaten. Sıradan bir insan çirkinliğindeyim. Hayatıma girmek üzere olan insanlara kendimi açık bir şekilde ifade etmeme rağmen  "Ne kadar kötü olabilir ki?" düşüncesi onlara engel olmadı.  Ne kadar kötü olabileceğini gördüklerinde ben "günah keçisi" ilan edildim. İnkar etmedim, hile yapmadım, sol gösterip sağ çakmadım. Ne dediysem onu yaptım, bütün kartlarım açıktı benim. Siz göz göre göre yanlış hamle yaptınız. Üzgünüm, sizleri incittiğim için. "Ben böyleyim." açıklamasının arkasına da sığınamam. Çünkü ben böyle biri değilim, böyle biri olmak istiyorum. Hayatın bana getirdiği şeyleri kollarımı sonuna kadar açıp sımsıkı kucaklamıştım ta ki kollarımın hepsini sarabilecek kadar uzun olmadığını fark edene kadar. Çok sevdiğim biri Murat Menteş'in bir sözünü paylaşmıştı benimle: " Bir insan acıdan delirdiğinde, diğerleri onun acısını değil, deliliğini görür." Çok doğruydu ve yine herkes kendince haklıydı.

Gıyabımda eleştirildim, kınandım, kıyaslandım, yaftalandım, hakarete uğradım. Çünkü hiç kimse beni gerçekten tanımak istememişti, onlara kendimi tanıtacak gücüm olmadığı gibi onların da beni tanıyacak sabrı yoktu. Defalarca başıma gelen şey tekrarlanıyordu. İnsanlardaki yansımamdan hoşnut değildim, ama diğer yandan ne önemi vardı ki? Ne kadar iyi olsam da her zaman eksik bir yan, noksan bir nokta bulunurdu.

Bunu fark ettiğimde 19 yaşındaydım. O an cevaplanması gereken tek bir soru vardı benim için; toplumda iyi bir insan olarak değer görmek mi, yoksa umursamadan ve başkalarına zarar vermemek kaydıyla canım ne istiyorsa onu yapmak mı? Cevap basitti.

İyi bir insan olarak değerlendirilmekten daha önemlidir, iyi bir insan olmak. Daha önemlidir, olduğun gibi görünmek ve daha önemlidir haddin olmayan işlere burnunu sokmamak. Daha önemlidir kimseyi iyice tanımadan hakkında yorum yapmamak, kimseyi kimseyle-bir diğerini küçük düşürecek seviyede- kıyaslamamak ve çok daha önemlidir hatalarını kabullenebilmek.

İnsanlarla anlaşamıyorum, doğal olarak kendimle de. Üzüldüğümde karşı tarafa kızmadan önce düşünürüm. Acaba gerçekten kırılacağım bir konu mu var, yoksa bu benim kendi içimde çözemediğim konularla bağlantılı olduğu için mi incindim böylesine? İnsan ilişkilerinde en çok üstünde durulması gereken iki meseleden birisi tam da budur. Sorunlar genellikle bir tarafın incinmesi, acı çekmesi ve diğer tarafın buna sebep olması şeklinde vuku bulur. Üzülen kişi bunun salt karşı tarafla mı ilgili olduğunu belirlemek ve az önce sorduğum soruya cevap bulmak zorundadır. Buna sebebiyet veren (ya da sebebiyet verdiği varsayılan) tarafı irdeleyecek olursak ikinci meselemiz devreye girecektir ki bu da "hataları kabullenmek"tir. Tabi ilişki halinde olduğunuz kişi, sizin için gözden çıkarılabilir biriyse sorunları çözmenize ve kendinizi bu kadar yormanıza(!) gerek kalmayacaktır.

İki kişi arasındaki sorunlar neyse de, esas kafamı oldukça kurcalayan konu, iki kişi arasındakilere üçünü bir tarafın müdahil olması. Taraflar uzlaşabilmekten yoksun ise bu kabul edilebilir bir şeydir, fakat "senin iyiliğin için..." şeklinde başlayan cümlelerle soruna taraf olan diğer kişiyi kötülemek, yerden yere çalmak iki tarafa da yapılmış bir saygısızlıktır. Birine -yeterli bilgiden yoksunken-kötüleyerek saygısızlık yapılmakta, diğerine "sen bunların farkında değilsin, ama bak ben farkındayım." algısını yaratarak saygısızlık yapılmaktadır ve o kişiyi amiyane tabirle 'salak' yerine koymaktır.

Ne kadar  çabalasam da başarısızlıklarım oldu. Başarızlıklarım tartışıldı, çabam önemsenmedi. Kusursuz değilim, herkes gibi hassas noktalarım var, zaaflarım... Eksikliklerim var, hatalarım... Eksiklerimi gördüm, düzeltebildiklerimi düzelttim düzeltemediklerimi benimsedim.Kaçırdığım detaylar oldu, belirleyemediğim kıstaslar.  İyisiyle kötüsüyle ben oldum. Herkesin bir sebebi vardır, yakalayamadığı bir fırsat. Herkesin bir sırrı vardır, en az bir tane acısı. Herkes dönüştüğü şeyin ardında birsürü detay barındırır. Herkes kaybeder bir şeyleri, ama sadece bazıları kendini.

Önce aidiyet duygumu yitirmiş ve artık istesem de hissedemez olmuştum. Ağladığımı görmesinler diye kendimi lavaboya kitlediğimde "Nasıl daha iyi hissedebilirim, kimle veya nerede?" diye düşündüm. Ne bir yer ne de bir insan buldum. Daha iyi hissetmek için denediğim her yol beni içinden çıkılmaz bir bataklığa soktu ve beni tanıyamadığım birine dönüştürdü. Başta bunu düzeltmek, iyileşmek ve bu kişiden uzaklaşmak istiyordum, yapabilecek güçte olduğumu fark edince yapmadım. İnsan böyle bir varlıktır,; sınırlarını yoklar, anlamak ister nelere gücünün yettiğini yahut yetmediğini. ve yapabileceği şeyleri ertelemeyi tercih eder. Nasıl olsa bi' gün halleder (!)
Halledemedim ve sonra kendimi kaybettim.

12 Mayıs 2019 Pazar

"Birden Fazla İkiden Az"



Bana karamsar olduğumu, hayatın iyi yönlerini göremediğimi çok söyleyen olmuştu; karamsar olup olmamak umrumda değildi, fakat olduğumu düşündükleri şey ben değildim. Ama bana göre, nasıl göründüğüm değil, nasıl hissettiğim önemliydi. Bundandır ki hiç birini önemsememiştim ta ki çok değer verdiğim ve beni çok iyi tanıdığına inandığım biri, bana aynı şeyi söyleyene kadar.
Bu yazıyı O'na atfediyorum.





Hayat zorlu iniş çıkışlarla dolu. Bu yaşamımız boyunca süregelen ve kalbimiz attığı sürece de devam edecek bir gerçek. "Kalbimiz attığı sürece" kısmının üstünde özellikle durmak istiyorum. Çünkü hayat da kalp ritmimiz gibidir, elektrodiyafram ekranında yükselip alçalan. Kalp durup yaşam son bulduğunda ise yalnızca dümdüz bir çizgi vardır, ne iniş-çıkış görürsünüz ne de yükselip alçalma.

Birsürü an'ın üst üste yığılmasıyla oluşan şeye biz 'hayat' deriz. An'lar mutlu, hüzünlü, şehvetli, öfkeli olabilir ve sizin hayata bakış açınızı hangi duygunun bu an'arda yoğun olduğu belirler. Genel duruşunuzu, felsefenizi, hatta bakışlarınızı bile yaşadığınız olaylar, edindiğiniz tecrübeler; özetle az önce de söylediğim gibi, hayatınıza hangi duygunun nispeten hakim olduğu belirler. Hal böyle olunca, hayatı acılara göğüs gererek geçen birinden nasıl ki gülücükler saçmasını bekleyemezsek -ki yine de onlar daha çok gülerler- yaşamında mutluluğu, huzuru daha çok tatmış birinden de kötü bir olayda tüm gemileri yakmasını bekleyemeyiz.

Bize herkes tarafından "Polyannacılık" dikte edildi, çok uzun yıllar benimseyip felsefem edindiğim bu şeyin son birkaç yıl içinde kandırmaca olduğuna kanaat getirdim. Polyannacılık, içinde bulunduğun kötülüğü anlamak, hissetmek yerine küçük çocuk gibi omuz silkmektir. Burada amacım ne iyimserliği kötülemek ne de kötümserliği savunmak. Hatta aksine kötümserliğin korkunç bir şey olduğunu düşünürüm, öğrenilmiş çaresizlikle de çokça ilişkilendirilen bu kavram kişinin başına gelen herhangi bir kötü olayda her şeyin kötü devam edeceğine inanması ve kendini dibe itmesidir. İyimserlik ise kötü olaylara karşı geliştirilen bir taktiktir. Bugünlerde de sıkça duyduğumuz ve benim de çokça sevdiğim bir şarkı sözü olan "Her şey güzel olacak." cümlesidir, inanmaktır. Aynı zamanda bir mizaç özelliğidir ve gerçekçidir. Polyannacılık ise gerçekçilikten uzak; hayata tutunmak için ve ona karşı oluşturulan bir savunma mekanizmasıdır. bükemediğin bileği öpmektir. Bense bükemediğim bileği kırmayı tercih ederim. "The Sea Inside" filminin yeri bende başka olduğundan Ramon karakteri üstünden küçük bir örnekleme yapmak istiyorum. Ramon  gençliğinde yaşadığı bir kaza sonucu felç oluyor ve vücudunun boynundan aşağısını kullanamaz hale geliyor. Polyannacılar, geri kalan tüm hayatını yatağa ve başkalarına bağımlı  halde geçiren Ramon'a onunla ilgilenen, onu seven insanlar olduğu ve hala nefes alabildiği için mutlu olmasını tavsiye edeceklerdir. Sanırım bu noktada birinin onlara yaşamanın, nefes alabilmekten daha öte bir şey olduğunu anlatması gerekiyor. Ama Ramon bir polyannacı değil, o bir  devrimci ve köşede yalandan gülümsemek yerine istediği şey uğruna savaş veriyor. Ötenaziyi savunuyor, istiyor, gerçekleşmesi için elinden gelen her şeyi yapıyor ve başarıyor da. Ramon, o bileği kırıyor.

İki kavram da kendi içinde iyi ve kötü özelliklere sahip olsa da ikisini de mantıksız buluyor ve kabul etmiyorum. Bir olay, durum veya süreç iyiyse iyidir, kötüyse kötüdür. Bunu şekilden şekle sokmanın hiçbir manası yok. Eğer hayatınızın içinde bulunduğu döneminde yaşadığınız acı olaylar iyilikleri görmenizi engelliyorsa ve siz de hüzünlü bir ruh hali içindeyseniz bu sizi kötümser yapmaz. Bana zorla bu iyilikler gösterilmeye çalışıldı ve kötülükleri absorbe edeceğime inanıldı. Oysa ben köşeme çekilip gülümsemek, kötülüklerden kaçmak değil; onlarla yüzleşmek, onları tanımak ve onlarla savaşmak istiyordum. Bu savaşı kaybediyor olmam beni kötümser yapmaz, gazi yapar.Yaşam boyu şahit olduğum kötü olaylar ve onları düzeltmek için kendimi hırpalamam da beni kötümser biri yapmaz, sadece dünyanın benim için yaşanılması güç bir yer olduğunu kanıtlar.

Hayata karşı kazanamayacağımı bildiğim bi' savaş açtım sırf  bir "belki" uğruna, ona karşı strateji geliştirip uygulamaya koydum: "Potansiyellerini ve sınırlarını bil, çabala; ama en kötüye hazırlan." En kötüye hazırlanmak, en kötünün gerçekleşeceğine inanmak değildir. Olasılıkları düşünüp B Planı, hatta gerekirse Z Planı yapmaktır. Bu bir insanı kötümser değil, yalnızca tedbirli yapar. Bu yüzden kendime "Her şey güzel olacak." yerine, "Her şey güzel olabilir, ama kötü de olabilir." demeyi tercih ettim ve nitelemeniz benim olduğum şeyden çok uzaktı.

Kötümserlik mi? Kahkahalarım büyüktür, dansa tutkunumdur ve sevişmeye bayılırım. Kendimi sulara bıraktığımda hissettiğim şey acı değil, vücudumu okşayan akışkan bir eldir. Otobüsü kaçırdığımda "Tüh ya!" dedikten hemen sonra "Neyse, sağlık olsun." derim. Sabahları aynaya bakıp Tanrı'ya teşekkür eder, gözlerimi temizlerim. Sağlıklı, birlikte olmak için tercih edilen kadın olmak, gün batımını izlemek, buğulanmış cama resim çizmek benim için hayatın güzel yönleridir ve iyidir; ancak maddi problemlerim, ailevi sıkıntılarım, toplumdaki yozlaşma sonucu insanlarla arayı açıp yalnızlaşmam, zarar vermediğim bir kişi tarafından, hiç sebep yokken, zarara uğratılmam kötüdür. Sosyal dayanışma iyidir, milyonlarca insanın ölümüne sebep olan savaşlar kötüdür. Her şeyi kendi içinde değerlendirirsek iyimserlik ve kötümserlik kavramları anlamını yitirir.

Annem, ne zaman bir şeylerden yakınsam daha kötü durumda olanları gösterip mutlu olmamı -tabiri caizse kendimi avutmamı- bekler. Bense onlara bakıp mutlu olmak yerine, onlar için de üzülüp "Bunu düzeltmek için ne yapılmalı?" diye düşünürüm. Annemin öğüdü, ne yazık ki, bu kez korkunçtur. Kötü bir olaya odaklanıp mutlu olmak komediden başka bir şey değildir, acınasıdır. Annemin onca acıyla bu toz pembe gözlükleri sayesinde mücadele ettiği aşikar. Belki gözlüğü çıkarıp gardını alsa bir daha o gözlüğü takmasına gerek kalmazdı.

Yine başka bir arkadaşım kötümser olmamdan dem vururken ona şöyle bir soru sormuştum; "Şu zeminin dışkıyla kaplı olduğunu düşün. Ama şurada küçük bir çiçek var. Çiçeğe mi odaklanırsın, dışkıya mı?" Çiçek, tek başına muhteşem bir yaşam formu olsa da  dışkıyla kaplanmış ve kokuşmuştur. Onun varlığını fark etsek bile dokunamaz ve koklayamayız. Hatta tek arzuladığımız şey; odadan çıkmak olur ve bu metaforda odadan çıkmak, intihar etmekle eşdeğerdir.

Belki çiçeği görmüyorum, ama odayı da terk etmiyorum. Ben sadece odayı temizlemeye çalışıyorum.






17 Mart 2019 Pazar

Homo Homini Lupus Est



"Homo homini lupus est" (İnsan, insanın kurdudur)
Thomas Hobbes



Başta insanlara kızıyordum;  iki yüzlü oldukları, çeşitli sebeplerle kendileri gibi görünmedikleri için, net olmadıkları ve yalan söyledikleri için. İyilik yapma fırsatları olduğunda birtakım bahanelerle görmezden geldikleri ve bu davranışlarını-kendilerince- mantıklı gerekçelere dayandırdıkları için. Evet, kızdım ve sonuna kadar haklıydım. O sert, kuşkulu bakışlarını kafamı onlardan yana döndürdüğümde büyük bir tebessümle kapattıkları için, söylemek istedikleri ağır sözleri, yaftalamaları şaka adı altında ifade ederek beni salak yerine koydukları için kızdım. Olayların farklı perspektifleri olduğunu unutmalarından, ön yargılarından bıktım, usandım. Lafa gelince mangalda kül bırakmayıp iş icraata geldiğinde her birinin köşeye sinmesine hem de ne kızdım! Gösteriş, popülarite vb. gibi amaçlarla karakterlerini değiştirip şekilden şekle girmeleri, kendi sorunlarını dünyanın en büyük sorunuymuş gibi görmeleri delirtti beni. Ama en çok da şuna kızdım: İnsanların çoğu bu duygu ve düşüncelerde olduklarını iddia ettikleri halde; onlara karşı net, açık sözlü olan insanları önce eleştiri, sonra yargılama, ardından dışlamaya maruz bıraktılar. Sonra kızmayı bıraktım. O öfke, o çıldırışta bile bir ümit vardı çünkü. İnsanlığın baştan aşağı değişmesini beklemedim. Bu,Türkiye'de sosyalizmin hayalini kurmak gibiydi. İhtimali mutlu etse de neredeyse imkansızdı. Beklentimi ve dolayısıyla taleplerimi de indirgeyerek kendi çevremle sınırlandırdım, içine girdiğim ya da girmek zorunda bulunduğum ortamlar ve iletişim kurduğum ya da kurmak zorunda kaldığım insanlarla. Ancak bu eğitimli, küçük grupta bile herhangi bir değişim ya da değişim yönünde bir gelişim göremedim. Anlaşılan; körler, sağırlar birbirini ağırlıyordu burada. Böyle böyle köşeme çekildim, içime sindim, yalnızlaştım.


Aslında kızmam gereken esas kişi, bendim. Ne bekliyordum ki? Sihirli bir değneğin yıllarca tasarlanıp çok büyük çabalarla(!) kurulmuş düzeni ve son derece gelişmiş bu modern insanı(!) değiştirmesini mi? "Hatalı temeller üzerine ne kadar çok şey inşa edilirse felaket de o kadar büyük olur." denmişti halbuki, ama yine de her çaresiz gibi umut ettim.
Hobbes haklıydı belki de. Kötüydük işte, dümdüz kötüydük. Ele avuca sığmaz bir kötülük barındırıyorduk ruhumuzda. İyilik de böyle doğmadı mı zaten? İçlerindeki o pisliği süpürebilenler, tozlarını silebilenler sayesinde oluşmadı mı 'iyilik' kavramı? İster Thomas Hobbes'u destekleyip " İnsanlar içgüdüsel olarak bencil ve acımasızdırlar."  deyin, ister Jean-Paul Sartre'ın, Albert Camus'nun yolundan gidip "insan, kendisini oluşturduğundan başka bir şey değildir” diyerek insanın belirli bir doğası olmadığını savunun, Her iki durum da yapılanları hafifletmiyor ve makul kılmıyor. Madem belirli bir insan doğası yok, neden insan kendisini oluştururken iyiliği tercih etmedi? Madem insan doğa itibariyle kötü neden tüm çirkinler arasında, karanlığın içinde ışıldayan o sayılı temiz yürek bu kötülüğün üstesinden gelebilirken diğerleri -eğitim, bilinç ve farkındalık ile- bunu elimine edemedi? 
                                           




Dünyada iki tür insan vardı bana göre: elini taşın altına koyanlar-taşa bastıranlar, çemberin içindekiler-çemberin dışındakiler, şanslılar-tırnakları kirle pasla dolu olanlar. Çemberin dışında durmaya çalıştıkça uzun kollarıyla çektiler beni içeri, çizgide kaldım; elim kanamaya başladı taşın altında, gözyaşları içinde çektim elimi. Onlara karşı duramadım, ama en azından onlardan da olmadım. Çok güçlüydüler; azınlıktandım, yalnızdım, küçüktüm. İnsanın 'sosyal varlık olma' belası sardı dört bir yanımı.Kendim olmak için kaçtım; her köşede, her kenarda başka birine çarptım. Bir köşeden başka bir köşeye savruldum. Hırpalandım, -yalan yok- bolca da acı çektim. Sonunda kaskatı oldum, ağırlaştım, hırçınlaştım. Artık beni savuramazlardı. Onlardan biri olarak onlardan biri olmadım. Kötü biri oldum, çirkin ve kırıcı. Kötüydüm, ama sadece onlara karşı ve evet çirkindim, bundan gocunmuyordum. Yalan bir güzellikten, yalan bir iyiliktense; gerçek bir çirkinliği yeğledim.


Ne iyi olabildim ne kötü. Ne siyahtım ne beyaz. Hep ortadaydım ve hep griydim. Evsizdim bu yüzden, kimsesiz. Kendimden çok uzak ve kendime olabileceğim maksimum yakınlıktaydım. Sürüklenmiştim, ama öfkeli değildim. Yoldan geçenleri izledim hep. Herkes kadar güzel herkes kadar çirkindim. Sıradandım ama her şeye rağmen gerçektim. Hepinizden nefret ettim; insanı 'insan' olduğu için sev dediler. İnsanı 'insan' olmadığı için sevemedim. İnsan formunda olan başka bir şeydiniz siz."İnsanı gördüm, insanlığı göremedim.

"
Hanginiz kızabilir bana? Aranızdan kaçınız denedi, kaçınız yaptı bunu? Çıkın, lan kaçınız! Hukuk sistemlerinin meşru müdafaayı kabul ettiği bu dünyada, benim yaptığım meşru müdafaa çok mu? Soruyorum. Bilmem kaç cümleyle, kaç paragrafla sövdüğüm topluma, insanlığa soruyorum. Özünde barındırdığı o iyiliği koruyamamış; çemberin içine çekilmiş ve taşa bastırmanın sadist hazzına varmış ruhlara soruyorum. Köşeden köşeye savrulurken yere çakılmışlara, yaşadığı acılara rağmen iyi kalmaya ve tutunmaya çalışanlara soruyorum. Sunulanları değiştiremeyeceğini anlayınca çekip gidenlere, intihar eşiğindekilere ve intihardan dönenlere soruyorum, iyi ve kötü arasında kalıp kötüyü seçmek zorunda kalanlara-büyük bir merakla- soruyorum. Yanıt verin, susmayın! Biriniz lan, biriniz anlayın. Biriniz çuvaldızı kendinize batırın. Haksız mıydım, söyleyin. Yine herkes kadar haklı, hiç kimse kadar haksız mıydım, yoksa herkes kadar haksız ve hiç kimse kadar haklı mı? Ama yine.. tüm bu soruları..en çok kendime soruyorum ve ekliyorum "Bu kez kendini neyle avutacaksın?"







13 Şubat 2019 Çarşamba

Ölümün Tadı Dilimin Ucunda




   

         "Ölümün tadı dilimin ucunda. Bu dünyadan olmayan bir şey hissediyorum."(Wolfgang Mozart, son sözleri)

    Tanrım… Neredeyim böyle? Bu sokaklar hiç eskimiyor, gün geçtikçe nice hatıraya gebe kalıyor gibi. Bu sokakların her biri diğerine benziyor. Baş döndürücü, korkutucu. Buralarda hem yenilenir insan hem eskir. Tanrım, bu ben değilim!  Acıyı hissediyorum. Parçalanan kemiklerimi ve üstünden akan kanları… Derimin ayrılışını, tel tel oluşunu hissediyorum. Yokluğun varlığa meydan okuduğu bu sokakta varlığımın yok oluşunu hissediyorum. Şu köşeye biriken kırmızılık ve parça pinçik olan kalbim… Bir karanlık çöküyor yavaştan. Kıvranıyorum ama alışkanlıktan. Gidiyorum farkındayım, işim kalmadı burada. Bitiyorum ve başlıyorum. Bittikçe yeniden.
    Bir gölge… Ayaklarını sürüyerek geliyor. Kurtarıcım? Durup bakıyor öylece. Beklendik bir durumla karşılaşmışçasına, sakince elini kırmızılığın üstünde gezdiriyor. Avuçları kırmızı çamurla kaplanıyor. Nefes almamı kolaylaştırmak için araladığım dudaklarıma dokunuyor. Kırmızı çamurun tadına varıyorum. Pas tadı. Yittikçe benden giden ve yaladıkça bana dönen tat.Varlığın sonsuz döngüsü.Varlığın yoklukla savaşı.

   Bu acı… Bu acı dayanılmaz! Hala hissediyorum. Az kaldı, son bulacak birazdan. Sokağın soğuk taşları gözyaşlarımla buluşuyor. Gözyaşı, çamur ve kırmızılık. Tanrım beni bu ilahi sanata ortak ettiğin için sana minnettarım. Birkaç dakika daha. Son hissettiğim şey acı ve aynı zamanda müthiş bir rahatlama, son gördüğüm şey ise yitişimi tutkulu hale getiren bu gölge. Birkaç dakikalığına da olsa son anladığım şey, var oluşumdan bu yana anlamam gerekenmiş. Tüm çabaların, mutlulukların, acıların, isteklerin, umutların, hayallerin eridiğini görüyorum. Yaşamın tek anlamlı anında, yaşamanın anlamsızlığını keşfediyorum. Tebessüm ediyorum gözlerimi kırparak. Her şeyin farkında olan gölge,dönüp yürümeye başlıyor ve uzaklaştıkça küçülüyor. Köşeyi döndüğünde kapatıyorum gözlerimi. Yüzümdeki tebessümü silmemişken yükseliyorum kendimden, etrafımda dolaşıyorum ağır ağır. Eğilip fısıldıyorum kendime;


"Bedeninde yeşeren ölüm ile ruhunda son bulan yaşam.Senden geriye kalan, çürük bir beden, biraz kan." 

10 Şubat 2019 Pazar

Gülme Bana Sartre


 GÜLME BANA SARTRE



      Hayatın anlamsız bir biçimde yitip gittiğini görebiliyordum. Hissediyordum, ama önüne geçemezdim. Bunu bildiğim için öylece duruyordum, halbuki çok hızlı yürürüm. Şimdi ise öylece duruyordum bir sokakta. Ölüm geldiğinde burada yazanların birileri tarafından keşfedileceğini ümit ediyordum. Ümit ediyordum, çünkü ölü olsam bile birine dokunmak istiyordum. Biri tarafından anlaşılmak, hissedilmek, keşfedilmek... Özlem duymuyordum hiçbir şeye, özleyecek bir şeyleri olacak kadar şanslı değildim. Önceden masumiyetimi özlerdim. Çocukluğun dokunulmamış, kirletilmemiş körpe kalbinde anlam kazanan o masumiyeti. Şimdi fark ediyordum; hiçbirimiz, hiçbir zaman masum olmadık. Masum doğmadık. Var olmak istedik ve dünyaya geldik. Kendimize bir anlam yüklemek istedik. Kimimiz yapamadı, kimimiz yapabildiğini sandı. Aslında, ne doğmak, var olmaktı ne de yaşamak, anlam kazanmak.
       Varlığımı hissedemiyordum. Birilerine dokunmadıktan sonra, hissetmedikten sonra şu boktan hayatta var olmuş sayılmazdım.Tüm bağışlanmaların, tüm çabaların ve heveslerin bir sonu olduğunu çoktan kabullenmiştim. Sonu olmayan tek şey "var olma çabamızdı." Verdiğimiz savaşların, vazgeçişlerin ve kaçışların tamamını bu temele oturtuyordum.
         Var olmak için dokundum tenlerine, var olmak için sevdim ve seviştim. Doğmak, var olmak ve ölmek üçlüsü beni (hatta insanlığı) bir sigaradan farksız kılıyordu. Bir paketin içindeyken seçemediğin biri tarafından dünyaya çıkarılıyordun. Tertemiz ve intizamlı. Yakıyordu seni çakmağıyla ve varlığın anlam kazanıyordu. Her solukta yanıyordun. Dumanın havada salınırken var oluyordun. Her nefeste iliklerine kadar hissediyordun kendi anlamını, tükendiğini bilmeden. İşte böylece devam ediyordu filtreye gelene dek. Sonra söndürülüyordun; bir küllükte, bir duvarda. Bir durak köşesinde üstüne basıyorlardı. Tıpkı paketini, seni dünyaya çıkaranı seçemediğin gibi küllerinin nereye dağılacağını da bilemiyordun. Bu yüzden var olmak ve özgür irade bir yanılsamadır. Sana biçilen rolü oynamak ve rolün son bulduğunda sahneden inmek zorundasın. İşin bittiğinde izmarit olmak..
         Durduğum bu bomboş sokakta, soğuğun tenimle buluştuğu şu ufacık beş dakikada (halbuki beş dakika nedir ki koskoca ömürde(!)  yanlış! milyonlarca anın üst üste yığılmasıyla oluşan şeye biz "hayat"deriz) kendimde çok uzakta bir yeri düşlüyordum. Belki de kendimden çok uzakta olmayan bir yeri?.. Nerede söndürüleceğimi.