20 Ağustos 2025 Çarşamba

KUSURLAR



https://open.spotify.com/track/2AcCBpYHVbeV2IUU4iHP2Y?si=PucjHth4QdCC9zd96E7KfQ

Şehrin kaldırımları ince bir yağmurla parlıyordu. İnsanlar şemsiyelerine sığınmış, acele adımlarla bir yerlere yetişmeye çalışıyordu. Kaldırım taşlarının köşesinde, biraz yavaş ama kararlı adımlarla yürüyen birini gördü. Sağ bacağı, diğerine kıyasla daha temkinliydi; adımlarında hafif bir aksama vardı. Ama yüzünde öyle bir sakinlik, öyle bir derinlik vardı ki, insanın gözünü yağmur damlalarından değil, ondan alamayası gelirdi.

Yanından geçenler, belki bir anlık merakla bakıp yollarına devam ettiler. Onlar sadece bir yürüyüş biçimi gördüler. Ama başka biri —uzaktan izleyen biri— farklı bir şey sezdi. Yürüyüşündeki ritim bozukluğu değil, her adımda taşıdığı kararlılık ve onurun ağırlığıydı asıl görülen.


İnsanların çoğu, birini tanımaya gözlerinden başlar. İlk gördüğümüz şey; yüzün çizgileri, yürüyüşün ritmi, ellerin şekli ya da bakışların yönüdür. Beden, bizim için ilk kapıdır. Ama işin gerçeği şu ki: Beden, insanın en yüzeysel tarafıdır. Çünkü bedeni anlamak için bakmak yeterlidir, ruhu anlamak için ise görmek gerekir. Ve görmek, yalnızca gözle yapılmaz; kalbin kapısını aralamadan hiçbir şey gerçekten görülmez.

Kimi zaman bir iz, kimi zaman bir eksiklik, kimi zaman alışılmışın dışında bir duruş. Topallayan bir adım, eksik bir vücut fonsiyonu, değişmiş bir siluet… İnsan, bunları genelde “kusur” olarak tanımlar. Ama o “kusur” dediğimiz şeyler, aslında hayatın bir insana yazdığı en özgün satırlardır. Bu satırlar; bazen yaşanmış acıların, bazen kazanılmış zaferlerin, bazen de sadece varoluşun sessiz ifadeleridir. Beden, bu ifadeleri taşır; ama ruh, onlara anlam katar.


Yağmur biraz daha hızlandı. O kişi yavaş ama emin adımlarla ilerlerken, gökyüzü şehri yıkıyor, bütün renkleri yeniden boyuyordu. Ve belki de sevgi, tam olarak buydu: Yürüyüş değil, yol. Görünüş değil, his. Beden değil, ruh. Çünkü sevgi, adımların kusursuzluğuna değil, nereye götürdüğüne tutulurdu. 


Görünüş, zamanla değişir. Gözler yaşlanır, saçlar beyazlar, eller kırışır. Gençliğin zarafeti yavaşça silinir. Ama ruh… Ruh, sevgiyi taşıyan tek yer olarak hep aynı kalır. İki ruh birbirini bulduğunda, bedensel farklılıklar yalnızca sevginin gölgesinde kalan küçük ayrıntılar hâline gelir. O an fark edersin ki, sevgi dediğimiz şey ne kadar güzel göründüğünle değil, ne kadar derinden hissettiğinle ilgilidir.

Beden, yalnızca bir kılıftır; bir gün toza karışır. Ama ruh, dokunduğu diğer ruhlarda yaşamaya devam eder. Sevgi, bedene değil ruha bağlandığında, ne mesafe engel olur ne zaman ne de kusurlar… O bağ görünmezdir, ama her şeyden daha gerçektir. 



27 Temmuz 2025 Pazar

TORTU

  


https://open.spotify.com/track/6W0vkSkTeAcbBuq1OivHEG?si=DOQOCU8CQ9WlxeQ4u2sdMQ

*Yazıyı 2023-25 yıllarında kaydettiğim notlardan derledim. Her satır farklı zamanlarda yazıldı, her cümlesi başka bir halime ait. Paylaşmak için aylarca bekledim, ne zaman paylaşmaya yeltensem erken geldi. Artık bu sözler üstümde durmuyor gibi, bu yüzden içimden çıkarmak istedim.*


Sana dair bildiğim şeyler parmakla sayılacak kadar azdı, ama boşlukların arasından sızanlarla tamamladım seni. Kelimelerinle geldin hayatıma, ama bir gölge olarak kaldın. Yakınımdaydın — sessizce, izleyerek, ama yoktun. Hiç anlayamadım, yakınlığın mı daha ağır geldi, uzaklığın mı?  

Baktığını, merak ettiğini, hatta bazen sustuğumda bile beni anlayabildiğini hissettim hep. Her görülmemiş izlenmeyi hissediyordum. Belki de zihnimde gezinen her tilkinin diğer eşinin senin kafanda olduğunu düşünmek istedim. Bu bir bağ mıydı yoksa yalnızlığımızın birbirine çarptığı bir yanılsama mi? 

Seni o kadar çok aramıştım ki bir süre sonra bu bi' reflekse dönüştü. Bir gün, gerçekte ne bulmak istediğime dair bir fikrim olmadığını fark ettim; arıyordum, çünkü buna alışmıştım. Alışkanlık, en karanlık duyguları bile sıradanlaştırdı. Her duyguya baskın gelen yersiz bir merak vardı içimde. Sanki aramayı bırakırsam seni değil, bir hissi kaybedecektim. Arıyordum, çünkü sen... Varsayımlarıma dayanan sen, tüm bu karmaşıklığın arasında kendime dokunabildiğim tek yerdin. Seninle sohbet etmeyi özlüyordum, ama nasıl sohbet ettiğimizi bile hatırlamıyordum. Seni aramayı bıraksam da içimde bir yer seni hâlâ merak ediyordu, ama bu kez nedenleri sorgulamadan ve kırgınlık taşımadan.

Hayatım avuçlarımdayken, onu yere fırlatmak isterdim hep. Parçalanmasına bile aldırmadan… Ama seni düşünmek, içimdeki fırtınayı dindirirdi. "Sen hissi" derin ve biraz da kırılgandı. Açıklanması güç bir sessizlikle doluydu. Seni düşündüğümde dışarıdan her şey normal görünürdü, ama içimde hep bir dalga kabarırdı. Çünkü hep bir adım ötemdeymişsin gibi gelirdi ve bu hissi severdim. 

Seninle paylaşmadığım halde bildiklerin beni ürkütmedi. Aksine, güvende hissettirdi. Bu, anlaşılmak gibi değil, daha çok sezilmek gibiydi. Biri beni sözcüklere ihtiyaç duymadan okuyormuş gibi, varoluşumun telaffuz edilmemiş kısımlarına bile dokunuyormuşsun gibi. Bazen düşünüyordum, acaba bu hissi sen de duydun mu? Ben susarken içimdeki yankılar sana kadar ulaştı mı hiç? Çünkü bazen öyle bir an gelirdi ki, hiçbir şey söylemesem de senin anladığını bilirdim. Sanki uzak bir yerden, görünmeyen bir iplikle bağlı gibiydik. Dokunmadan, sormadan, anlatmadan... Belki de bu yüzden, hiçbir şey tam olarak yaşanmadığı halde içimde hep bir vedanın kırıntısı vardı. 

Ben istediğimi almadan durmayan bir insan olmadım. Koştuğum yolu birden sıkılıp ağır ağır geri yürürdüm. Bir çaba karşılığını bulmayınca"canım sağ olsun" deyip yoldan dönerdim. Belki kaybettiğim zamana üzülürdüm, ama vazgeçmenin kazandırdığı zamana sevinirdim. Ben diğerleri gibi değildim; ulaşılamamış arzular, sönmeye meylederdi bende. Ama sen... Ben seni bırakmadan senden vazgeçmeyi öğrendim. İçimde sana ait olan o köşeyi hala saklı tutuyorum. Çünkü bazı hisler, ne biter ne de şekil değiştirir. Sadece sessizleşir. Çünkü sen hayal kırıklığı değil, bir hayaldin. Hayal kırıklığı bir sonuçtur, oysa sen hiç başlamamıştın. 

Sen bana ait olmadın, ben de sana. Bazı insanlar birbirine ait olmadan da yollarını keser. Bizimki de öyleydi. Ne eksik ne fazla. Ne başladık ne de bitti. Sadece geçtik birbirimizden. Bazen durduk, bazen bakakaldık, ama ne aynı yerden bakabildik ne de aynı yöne. Sonra bıraktım; seni de aramayı da.

Seni mi daha çok aradım, yoksa kalbimin boğazımda atma ihtimalini mi? Bilmiyorum. Kimsin, bunu da bilmiyorum, ama ne hissettirdiğini ruhum biliyor. Kelimeler, teni aşabiliyor. Hiçbir temas, sessizliğin kadar içime işlemedi, işlemiyor. Aklına geliyor muyum, bilmiyorum. Ama ben yıllar sonra bile seni anımsıyorum, yakıcı öfkeni ve içten konuşmalarını. Hafızam çok zayıftır, ama seni silmiyor. 

Sesini hiç duymamıştım, ama yankısı bunca zaman sonra bile içimdeydi. Canımı en çok yakan da neydi biliyor musun? Ben senin fısıltına koştum, sen benim çığlığımı duymadın. Ve günün sonunda sen, terk edilmiş bir acı olarak kaldın. Böylece, hiç tanımadığım biriyle vedalaşmak zorunda kaldım. 

Eskiden ait olmayı bilmiyordum. Sevmeyi, güvenmeyi, teslim olmayı da. Belki seninle tanıştığımda hâlâ tamamlanmamış biriydim ve sen bunu fark ettin. Şimdi, benimle tanıştığın yaştayım. Biraz geriden bakınca birçok şey gülünç geliyor. Düşünüyorum; belki beni kendinden korudun, belki de kendini benden. Hangisi olduğunu hâlâ bilmiyorum, ama şimdi anlıyorum; bazen uzak durmak da bir sevme biçimi. O zaman sana kırgındım, ama üzerinden çok zaman geçti. Hayatta değerli olan pek çok şeyin de sırası değişti. Sadece hâlâ içimde bir yerlerde sana sarılıyorum, çünkü bana eski ben’i hatırlatıyorsun. Bazen insanlar değil, hisler kalıcı oluyor ve sen bir insandan ziyade bir histin bende. Senin sadece orada olduğunu bilmek bile içimi ısıtıyordu. O heyecanı, ekrana bakarken gülümsememi... O hissi özlüyorum; Çünkü artık ne birini öyle merak ediyorum, ne de biri için bir şeyleri göze alıyorum. Galiba bu da benden akan son damlalar. Yazmak; bazen geride kalana değil, içimizde kalana ağıt gibi. 

Evet, hala özlüyorum; ama seni değil, bana hissettirdiklerini.


12 Şubat 2025 Çarşamba

ATEŞKES



         https://open.spotify.com/track/5WSqNyypJ0hITVpvJMetqQ?       si=BL47qpfyTQi7PF38E9gVlQ


      Arkadaşlarınızla buluşup etkinliklere katılıyorsunuz, tatile çıkıp eğlenceli sayılan birçok şey yapıyor, alkol alıyor, oyunlar oynuyor, konserler takip ediyorsunuz; ama tüm bunları yaptıktan sonra bile pek de mutlu olmadığınızı fark ediyorsunuz. Çünkü aslında birçok şeyi, hayatı kaçırmama arzusuyla yapıyorsunuz. Gerçekten ne istediğinizi düşünmeden, ana akım kültürden geri kalma korkusuyla bulduğunuz her farklı şeye atlıyorsunuz. Sırf değişiklik olsun diye aslında hiç hoşunuza gitmeyen ortamlara girip çıkıyor ve "Ben DE yaptım." diyebilmek için komik hallere giriyorsunuz.

     Uzun süredir bu konu üzerine düşünüyorum ve aslında gerçekte yapmak istediğim tek şeyin her zaman eve dönmek olduğunu fark etmeye başladım. İçki içmek keyif vermiyor ya da arkadaşlarımla buluşmaktan tat almıyorum artık. Çünkü konuşmak zorunda hissetmek beni yoruyor. Zaten kimseyle bir şey paylaşasım da gelmiyor, birini dinlemeye bile üşeniyorum. Hep aynı, çoktan düşünülüp konuşulmuş yavan konular yeniden masaya seriliyor. Buna katlanmak için daha fazla içki içip ertesi gün baş ağrısı çekmek zorunda kalıyorum. Olayları kafamda bu kadar ileriye sarınca birden "Ne gerek var?" düşüncesi peydah oluyor.

     Şimdiye kadar hevesle yaptığım her şeyin yapmacık bir tatminle sonlandığını ve sonrasında "O kadar da iyi değildi."ye döndüğünü görebiliyorum. Tüm yapay isteklerimi kaldırıp attığımda tek keyif aldığım şeyin evde kendimle kalmak olduğunu fark ettim (ve de suda süzülmek). Tüm bu dağınıklığın içinde bana dokunan bir şeyler bulabilmek bile mucizeydi.  

Diğer yandan lezzetten yoksun, demode restoranlarda sırf pahalı yemeklerini ödeyebildikleri için kibirlenen enayiler arasında oturmaktan, evinde bir kez olsun kahve demlememiş insanların üçüncü nesil kahvecilere dadanmasından, dans etmeye "oynamak" diyen kadınlardan, locaya oturunca her kadını elde edebileceğini sanan görgüsüz kodamanlardan midem kalktı artık.

     Kişisel gelişimin tamamen yok sayıldığı, her şeyin tekdüze bir standarda indirildiği ve çoğunlukla maddi ve materyalist şeylerle ölçüldüğü dış dünya, ruhumu çürütmeye başladı. Onlar arasına karıştığımda, onların bir parçasıymış gibi hissediyorum. Önceleri, henüz hayatı kabullenmemiş ve kendimi benimsememişken, kalabalığa karışmak ve döngünün sıradan bir unsuru olarak göz ardı edilmek istiyordum. Dış dünyada görünmez olabilmek hoşuma gidiyordu. Şimdilerde, yani hayatla ateşkes yaptığım günden beri, kendimle kalmaktan korkmaz oldum. Önceden dışarıdaki ses,  kafamın içindekini susturduğu için  güzel bir melodi gibiydi. Şimdiyse sadece bir gürültü ve tahammül edilemez bir sahneyle servis ediliyor. İzlemek için fazla yorucu, içinde oynamak içinse oldukça niteliksiz.

      Artık kafamın içindeki sesin konuşması beni rahatsız etmiyor. Çünkü onu susturmaya çalışmıyorum. Konuşmasına izin veriyorum, onu dinliyorum ve onunla konuşuyorum. O sesin aslında ne istediğini artık anlıyorum; sadece duyulmak istiyormuş. Bunca zaman tek beklediği şey; onu reddetmemem, varlığını kabul etmemmiş. İnsan gerçekten kendine kulak verdiğinde, hevesle yaptığı şeylerin ne kadar gülünç ve gayesiz olduğunu anlıyormuş. Kavgan son bulunca hayatın başlıyormuş.