...ve gösterişli bir hatanın peşinde savrulan herkese
Ah
benim zavallı güzel kızım, ne de severdin hava yenice kararırken bulutları
izlemeyi, palmiye ağaçlarını, dolunayı ve yağmur kokusunu. Tel örgülerle sardığın kalbini bir kucak dolusu sevgiyle kaplamayı… Nerede o sadeliğin, nereye gitti naifliğin? Nasıl da baştan yarattın kendini en kötü versiyonunla. Hâlbuki onca uyarmıştım, seni dönüştürmelerine izin vermemeni söylemiştim binlerce kez. Bak
ne haldesin şimdi; ne kendini seviyorsun ne de eskiden seni
hislendiren şeyleri. Hani gökyüzünün pembe mor renkleri inancını tazelerdi? Hani her şeye rağmen koruyacaktın hamurunu, hani yıkılmayacaktı göğsün, ayakların
toprağa
bastıkça? Sözlerini ne de çabuk
sildin hafızalardan. Gözyaşın kurumamışken seni uykuya
emanet etmelerimi de mi unuttun? Bunca mı
nankörsün acına. Neden ezdin o hızla atan körpe kalbini? Biliyorum,
bunun zorluğunu kabul etmiştim, yine de inandım
gücüne; yılgın bakışlarına rağmen sıcak kollarına, solgun boynuna rağmen topuklarına.
Hata mı ettim, yoksa esas hatam seni bu dünyayla buluşturmak mıydı?
Sana
lavanta kokulu yastık kılıflarının, perdenin kıyısına takılmış tek ömürlük kelebeğin, huysuz Eyüp
Amca’nın bile sevilecek
yanları olduğunu anlatmamış mıydım? Neden kendini üstüne bastığın o kırmızı toprağın altına gömüyorsun şimdi? Ne uğruna, kim uğruna? Sana şur’da geçirdiğim günden fazla kez demedim mi “yalnızlığını kanıksa” diye? Neden inatla girdin “girme” dediğim o taşlı yollara, neden karıncaları ezdin? Sana yeşil yanarken bile karşıya geçmeden etrafını kontrol etmenin önemini hiç mi anlatamadım? Oysa sen kırmızıda bile güle oynaya koştun o yolun karşısına, taşı bırak kayalık tepelere yöneldin,
karınca yuvalarını ezdin. Benim karnımda
bin duyguyla büyüyen bir canavara dönüştün. Bildiğimden onca anlattım, yine de karanlığı yuvan belledin. Nasıl
pembe dudaklarını çaldın siyahlara? Gördüm pişmanlığını, sayıklamalarını duydum gecelerce. Yine de ittin beni, dünyaya olan öfkeni
bana kustun. Ruhunu kaplayan sızının kaynağını bulamadıkça hırçınlaştın. Ama dinle, söyleyeceklerim bitmedi.
Sen
hiç inanmasan da bir aydınlık var; bu karanlık ormanın sonunda masmavi bir
deniz var ve omuz silksen de kendin olabildiğin bir ev var. Yeterince yürümemiş ve yorulmamışsan kıymetini bilemeyeceğin bir vatan var;
oraya varmadan asla göremeyeceğin, ama gördüğünde “Buna değdi” diyeceğin. Ne çabuk unuttun o sancılı kâbustan uyandığındaki rahatlayan dudaklarını.
Kızım, bu dünya sancılı bir kâbus gibi. Seni kandırıyor ve yok ediyor. Lütfen
daha çok ve daha hızlı koş. Çevir bakışlarını karara.
Her
izlediğinde bildiğin halde sonunu merakla beklediğin filmi düşün, kokusu hiç
solmayan çiçekleri. O en sevdiğin şarkının solosu çınlasın kulaklarında. Parmağının kenarında kaşıyıp durduğun o yarayı anımsa. Yaralar, acılar gibidir kızım; didikleyip durursan geçmez, iyileşmez. Kendine ve
yaralarına zaman tanı,
yaşamak
için alan bırak kendine. Kıstırma, boğma, yozlaşma. Filmlere sarıl yeniden, çiçekleri sev; oldukları
gibi, yuvalarıyla. Seni dalından
kopardıklarında berraklığını, kökünü nasıl yitirdiğini unutma. Sen artık solmuş bir çiçeksin belki, ancak farkın
var; kendini yeniden köklendirebilme
kabiliyetin. Bunu yabana atma, yoğur kendini ve doğ yeniden yalnızlıklar arasından. Tekrar otur o
dolunayı izlediğin balkona. Masalara serdiğin o mor desenli örtüleri
düşün,
o en güzel yaptığın biber dolmasını yap yeniden. Tane tane, küçük
ince parmaklarınla kestiğin domatesleri düşün. Onların kabuklarını soymaya her üşendiğinde sana attığım muzip gülüşü… Sen ki onca seni kanatan yaranın kabuğunu soymuşken neden şimdi böylesine halsizsin? Ne
çabuk unuttun o dalgalı
denizlerde bile suyun yüzeyine uzanışını. Ne değişti de gücünü görmezden geliyorsun şimdi?
Benim
biriciğim, harekete geçmek için istemeyi bekleme. O eski
dostumun dediğini hatırla; “Bazen aksiyonun kendisi motivasyonu getirir.” Sana hiç
gösterişli bir hayat vadetmedim, sana kanseri yeneceğini ve daima
ellerinin arasında bir karanfil buketi tutacağını söylemedim. Sana sadece
yeniden ayağa kalkmanın, mücadelenin ve nefesin kıymetini
öğrettim. Ne hevesle
dinlemiştin anlattıklarımı, bana hak verip sımsıkı sarılmıştın hani. Unuttun mu seninle bir kadehin iki ucunda bıraktığımız ruj izlerini? Daha öğrenecek çok şeyin var. Üstüne basıp gidemediğin ne varsa kenarından yürümeyi, küçük harflerle yazmayı, yanında olmayanları
aklında tutmamayı, suçları aklamamayı ve bir enkazın altında bile bir bebeğin yaşıyor olabileceğini öğrenmen lazım daha; kendi halindeliği, sessizliğin değerini, hayatın
sanıldığı kadar da kısa
olmadığını. Ben çok geç öğrendim, sancılı bir öğrenişti; seninki kolay olsun istedim. Ömür, acılı bi’ ruhun
gün doldurmalarıyla geçer mi sanıyorsun? Geçmiyor kızım. Evet, bilincin hazin
yakarışı peşini bırakmıyor; evet, çoğu kez takatin tükeniyor.
Ancak mesele, rağmenlere rağmen yaşamak.
Belki
de her anne gibi biraz sığ kalıyorum senin için.
Yapamadığımı sen yap, düştüğüm hatalara sen düşme, ayak bileklerini
o bataklığa kaptırma istediğimden konuşup duruyorum.
Biliyorum, sözlerim boşa. Benim aykırı doğamdan esinlendin çoktan.
Sandığın ne varsa yaşamak, sınamak isteyeceksin. Bilgiyi, pratikle test edeceksin. Kendi
ellerinle, kendi acınla hayatı durmadan yoklamaya alacak, haddini aşacaksın. Her düşüşün bir kalkışı olduğuna inandığından hep inadına
peşine
düşeceksin şüphelerinin ve sanılarının aksini her ellerine alışında bir kez daha çakılacaksın yere. O kadar çok düşeceksin ki bu asi yönteminle,
bir gün dizlerine yaptığın onca pansuman kanı
durdurmayacak raddeye gelecek. O zaman anlayacaksın
dediğimi;
tüketilmiş sevgileri, noksan hevesleri ve günahkâr dualarını
anlayacaksın. Ben sana “koş” diyorum, ama pusulan bozuk kızım; yönün yok, yolun
kayalık. Koş evet, ama doğru bir pusulayla. Hâlbuki sana kutup yıldızını daha gözlerin ışıldarken göstermiştim.
Böyleydim,
muğlaklıktan nefret ederdim. Ama bırak
yavrum, bırak bazı şeyler de muğlak kalsın. Bırak bir su da bulanık
olsun. Bırak bi’ yağmurun ardından da gökkuşağı çıkmasın. Ne yazık ki hayat, her soruna yanıt alabileceğin bir yer değil. Ancak güzel yanı
ne biliyor musun; bazen de hiç aklına gelmeyen sorulara yanıt verir. Bırak
biraz karışsın kafan, senin hayatı yaşamaya direttiğin kadar onun da seni yaşamasına izin ver. Hiçbir
ilişki
biçimi tek yönlü değil; bunu da söylemiştim hatırlıyor musun? Acıyı sevmediğin için orta şekerli yaptığım, tabağına taşmış o kahveyi içerken söylemiştim hem de. Hep istedin hayattan; bir aşk istedin, bir
yolculuk, güzel hatıralar. Ama ne verdin ona? Karşılıksız bir isteyişten ibaretti arzuların;
sevmeden görülmek, vermeden almak
istedin. Hak ettin mi peki gerçekte?
Bana
kızıyorsun şimdi. Söylediklerim canını
yakıyor. Bırak yansın; yalandan değil, gerçeklerden yansın canın. Sağlam bir duruş, kabullenilmiş acıların getirisidir. Sana
acılarını terk etmeyi değil, onları sevmeyi öğretiyorum. Ancak
seversen kabullenirsin ve ancak kabullenirsen zırhını tekrar kuşanabilirsin. Kalk şimdi ayağa, mertçe savaş. Sen sinsi bir er kalıntısı değilsin. Vatanın, yuvan
kendi içinde. Koru onu yeniden. Çok daha küçükken yaptığın gibi, sadeliğini silahın yap. Kimseyi vurma, ancak kendini onların seni vuramayacağı hale getir. Güç budur.