30 Nisan 2020 Perşembe

ÖĞRENMEYE ÖVGÜ





Illustrations Stock Photos, Illustrations and Vector Art | Depositphotos®

Pek az insan başkalarının deneylerinden yararlanmayı bilecek kadar akıllıdır.
F. M. AROUET VOLTAIRE


Bize, yaşam alanımıza dolaylı ya da doğrudan bir şekilde dâhil olan herkes,  bize hiçbir şey öğretmese bile onun gibi bir insanla anlaşamayacağımızı öğretir. Bu yüzden yaşanan her acıdan, unutulan her anıdan hatırlanması gereken bir ders, sevilmesi gereken bir tecrübe çıkarıldığı ve edinildiği söylenir. Önemli olan, her zaman, ders almak ya da tecrübe edinmekten ziyade onları ilerleyen süreçte, hayatımızın geri kalanında hangi noktalarda kullanacağımızı bilmektir. Bu aslında bir bakıma oyun oynamak gibi. Hiç bilmediğimiz bir oyunu oynarken birinci seviyeyi sürekli tekrar ederiz. Birinci seviyeyi aşıp ikinci seviyeye geçtiğimizde yine zorlanırız, ikinci seviyeyi anlayana kadar birkaç kere başa sararız, ama birinci seviyede oyunu öğrendiğimiz için ilk baştaki kadar zorlanmayız. Böyle böyle tekrar eder. Seviye arttıkça oyun daha çok zorlaşmasına rağmen öncekilerde öğrendiklerimizi kullanarak rahatça ilerleriz. Hayat da böyledir işte, ama ne yazık ki önceki seviyelerde öğrendiklerimizi bazen tamamıyla unutur ya da göz ardı ederiz. Çünkü yaşımız kaç olursa, öğrendiklerimiz ne kadar büyük olursa olsun, yaşadıklarımızın ağırlığı ruhumuzdan izlerini silmemişse de deneme ve yanılmanın heyecanını tatmak isteriz.

Ben bunu hayatıma giren, benimle duygusal paylaşımda bulunan herkeste yapmaya özen gösterdim. Bilerek ve isteyerek çelme taktım kendime. İnsanlara hiç güvenmememe rağmen kapılarımı sonuna kadar açtım; kendimi, içimi sonuna kadar açmadım, ruhumu tamamıyla göstermedim belki. Ama kapılarımı açtım. Benden istedikleri şeyi talep edebilirlerdi, ne zaman yardım isteseler orada olurdum. Ne zaman başları sıkışsa orada olurdum. Çünkü benim için hayatımın köşelerine çarpan, çizgilerinde gezinen herkes içine girmese de bir şekilde değerliydi. Benim canımı yakmadıkları sürece değerli kalacaklardı, nihayetinde Schopenhauer’u seviyordum ve canlarımı yaktıklarında benim için hiçbir şey eskisi gibi olmazdı. Ama bana dokunmadıkları müddetçe katbekat iyi olacaktım.



Hayatıma aldığıma insanlardan birisi bana öpüşmeyi öğretti, diğeri yalan söylemeyi öğretti, bir başkası kaçmayı öğretti, bir başkası tavla oynamayı, bir diğeri ise bilardo oynamayı öğretti. Bir başkası notaları öğretti, bir başkası saksafonun ne kadar güzel bir enstrüman olduğunu, bir başkası kulaç atmayı bir diğeri ise sigara içmeyi öğretti. Bir başkası hissetmeyi ve sevmeyi öğretti, bir başkası dünyadaki en iyi gitaristleri öğretmeyi denedi. Bir başkası sevgiden daha yüce bir duygu olmadığını anlattı, bir başkası tecrübelerimden ders çıkarmam gerektiğini, bir diğeri ise sevişmeyi öğretti. Ama hiçbiri hayatımda bıraktıkları izlerin farkında değildi, hepsi silinip gideceklerini biliyorlardı. Öyle de oldular. Ama onların bana öğrettikleri yıllardır benimle ve hayatım boyunca da benimle olacaklar. Her öğrendiğim, aslında hiçbir şey bilmediğimi gösteriyordu bana. Her insan hayatımda küçük nüanslar yaratarak gidiyordu benden.  Bu yüzden her başlangıcı, her terk edilişi sevdim. Her bir tutku, her bir acı; benim bile keşfedemediğim yanlarıma dokunuyor, bu ıssız labirente küçük, ama işe yarar ipuçları bırakıyordu.

Ancak ne yazık ki ben onlara pek bir şey öğretemedim. Çabalamadığımdan değil; onlara İspanyol filmlerini, dans etmeyi, Şükrü Erbaş’ı, Scorpions şarkılarını ve nice sevdiğim, bildiğim şeyi öğretmeyi çok denedim. Bazıları öğrendi, çoğunluğu öğrenmedi. Genellikle öğrenen bendim; çünkü genellikle öğrenmeye hevesli, ortak nokta bulmaya çalışan taraf bendim. Bunu, o insanlar hayatımdan çıkmasınlar diye değil; “Bunu öğrenmemden ne çıkar?” diye düşündüğümden yaptım. Çünkü hayatıma kattığım; uygunsuz, önemsiz, sıradan nasıl olursa olsun edindiğim her şey benim için kıymetliydi. Annem küçüklüğümden beri “Hırsızlık bile olsa öğren de unut.” derdi çünkü. Bu yüzden öğrenmenin değerini biliyordum.

Öğrenmek birisini tanımaktı, öğrenmek bir şey keşfetmekti; öğrenmek başka dünyaya açılan bir kapıydı. Öğrendiğim şey; bana yeni öğrenilecek şeyler kazandırır, yeni bir şey öğretecek insanlarla tanışmamı sağlardı çünkü. İşte böyle büyüdüm. Her şey ilk adımımla, ilk öpüşmemle başladı ve sonra geri kalan her şeyi yavaş yavaş öğrendim. Bu yüzden ilişkiler her zaman sadece bir ilişki değildir. İlişkiler bizi hayata hazırlayan ve bize farkında olmadan yığınla edinim sağlayan anılar bütünüdür. Önemli olan içinde bulunduğun ilişkiyi kendin için nasıl bir etkileşim haline getirdiğindir.  Eğer ilişkiyi yönetemezsen onun sana kazandırdıklarıyla yetinirsin, eğer ilişkiyi yönetebilirsen o ilişkinin sana ne kazandırabileceğini araştırırsın, ama eğer ilişkiyi yönetemezsen ve herhangi bir şey de keşfedemiyorsan siktir olup gitmen gerekir.

8 Nisan 2020 Çarşamba

TOZ




Küçük bir an içine her şeyi sığdırdım
Kimi zaman kendimi bile uzakla
ştırdım
G
üzel şeyler çabuk ölür, çürür, gider
Beklentiler, seni kendi bataklı
ğına çeker

Umarım bur’da tozum bile kalmaz
Umarım beni kimse hatırlamaz

Tuhaf bir an, derine bir sırdı sakladım
Ço
ğu zaman yaşadığımı unutmaya çalıştım
Hayaletler, hep ayn
ı döngüde gezer
Baz
ı şeyler, seni mezara kadar takip eder

Umarım bur’da tozum bile kalmaz
Umarım beni kimse hatırlamaz…

Olmaz dediklerim,
Daha
ş
imdiden eskidi
Bütün o çaba, anlamını yitirdi

Ellerimi kâğıdın üstünde gezdiriyorum, sözlerime nasıl başlayacağımı bilmiyorum bile. Tek bildiğim içimde sonu bulmayan bir acı olduğu. Hayatım ne kadar yolunda giderse gitsin bitmeyen bir acı. Sebebini bilmediğim, orijinini keşfedemediğim, her ufak sorunda üstüme çullanan ve aslında hep orada olduğu halde bir gelişinde pir gelen,  saatlerce peşimi bırakmayan, beni iliklerime kadar ele geçiren sonsuz bir acı. Fenomen değil.  Sebebi yok, çaresi yok. Sadece kendisi var. Hayatımın her anında benim yanımda olan, bana herkesten, her şeyden daha yakın bir acı. Omuzlarımda bazen seve seve taşıdığım, bazen defolması için saatlerce kendi kendime konuştuğum bir acı.

Hayatım boyunca kendimi bir şeyleri anlamaya adadım, en başta kendimi. Davranışlarımın altında yatan sebepleri aradım, çocukluğuma indim, geleceğime gittim. Sonsuz acının nereden geldiğini ve beni nereye götüreceğini keşfetmek için çıktığım her yolculuk zorlu oldu. Dahası kendime ayna tutacak birsürü şey buldum. Hiçbirindeki yansıma beni tatmin etmedi. Kendimle her buluştuğumda o şeyi reddettim. Kendini sevmekten ve tanımaktan öyle yoksundum ki inkâra sığındım her seferinde. Bir süre sonra “o şey ben miyim, sadece inkâr mı ediyorum” sorusunun cevabı silikleşti.

“Seni anlıyorum” deyip ellerimi avucuna alan insanlara büyük bir tebessümle cevap verdim. Onlar bunun bir sembol olduğunu anlamadılar. Çaresizliğin ve kimsesizliğin büyük bir sembolüydü bu. Gözlerimi ovuşturduğumda canımın yandığını sananlar gülümserken acının en derinini yaşadığımı fark edemediler. Gözyaşları birsürü zırvalığın sebebiyken en derin acılar, boşlukta bir tebessümün konusu olurlar. Ve ben insanlar içinde sürekli gülerken yastığımın ucunda ağlardım. Yastığımın ucu hep daha güzeldi. 


Birsürü insan var etrafımda, dolaşıp duruyorlar aylak aylak. Hepsi tuhaf ve yabancı. Bense kocaman bir boşlukta süzülüyorum. Öyle büyük ki boşluk, geçtiğim bir noktadan bir daha geçmiyorum.  Ama hep aynı insanları görüyorum. Korkak insanları, fırsatçıları, abartanları, iyi geçinenleri, basit zevkleri olan insanları ve bana dokunmayı çalışanları. Herkes nasıl da aynı bunca kalabalık arasında. Hatalar güzeldir, hataları severim. Bunlar hata değil, bunlar kötülük. Bunlar bilinçsizce yapılan şeyler değil, bunlar bile isteye harekete geçirilen eylemler. Akılları çalışıp da akılsız gibi davranmayı tercih edenler bunlar; en korkunçları, en tehlikelileri. Bense kendini akıllı sanan bir akılsız, bir hata. Baştan aşağı bir hata. Yanlışlıkla ortaya çıkmış, bunu engellemek için de her şeyi denemiş bir hata. Kendisini birkaç hafta daha içerde bırakıp imha etmeye çalışmış başarılı olamamış, zorla dünyaya atılmış koca bir hata.

Kim olursa olsun onların çirkin yüzlerini hafif ya da ağır şekillerde anlık da olsa bir gün gördüm. Onların korkak, fırsatçı yüzlerini. Bir insanla sorun yaşayıp ona anlık sinirlenince yine anlık olarak korkunç duygular beslemeye başladım, ama bu öfke birkaç saat, birkaç gün, birkaç ay sonra geçip gitse bile içimde oluşan korkunç duyguların ufacık bir kısmı kaldı ve eskisi gibi olamadım bir türlü. Belki de insanlarla aramı açan şey de hiçbir şey olmamış gibi hayatıma devam etmeme rağmen içimde hissettiğim bu artık duygulardı. Çöpe atılması sıkıca ağzı bağlanıp kat kat poşetlere sarılması gereken bu duygular çöpe asla atılmadı, atılamadı. Ne kapıcı geldi, ne de ben dışarı çıktım. Çöpler üst üste bindi, kokuşup bakteri üretmeye başladı ve ben içerde bir yerlerde çürüdüğümü hissediyordum. Eskidiğimi, kokuştuğumu ve çirkinleştiğimi… Hangisinin önce başladığı ise bir muamma. Çirkinliklerim içimden dışarı taşmaya başladığında mı onlarla aram açıldı, yoksa onlarla aram açıldığı için mi çirkinleştim; hiçbir fikrim yok. Ama birbirlerini besledikleri aşikâr.

Hiçbir şeye gücüm yok, artık yazmaya bile üşeniyorum. Öyle ki artık yazdıklarım bile dümdüz basit cümlelerle bezenmiş bir yığın, hayatım gibi. Konuşur gibi, ağzıma ne gelirse yazıveriyorum. Hâlbuki böyle olmasını istememiştim. Artık öfkelendiğimde sadece boş boş bakıyorum, onlardan biriyle tartışıyorsam konuyu saptırmadan, uzatmadan “tamam” diyorum. Yeter ki sussun. Ses istemiyorum, gürültü hiç istemiyorum. İyi ya da kötü bir hareket istemiyorum. Sıradanlaşabilir her şey aniden, yok olabilir de; ben yine öylece bakmaya devam edeceğim ne de olsa. Ne de olsa çabam, bağırmalarım, gülüşlerim, yoruluşlarım bir yok oluş diyarında süzülüyor. Seni ‘sen’ yapan ne varsa onlar da çekip gidiyor birer birer. Kendini bile tanıyamaz oluyorsun. Herkesi itiyorsun, kendinle birlikte. Hem de öyle birer birer, aşamalı olarak da değil; topyekûn ve kökten itiyorsun. 

Tüm gün yaşadığın gerginlikleri gökyüzüne bakıp sigaranı yukarı üflediğinde atıyorsun belki dumanla birlikte içinden. Ama hayatındaki gerginlikleri oradan oraya taşıyorsun cebinde. Öyle sakin sakin de taşımıyorsun, varlığını unutup kaybettiğini sandığın bir şey olmuyor hiç. Aksine, yürürken ellerin cebinde hep, parmaklarının arasında yuvarlıyorsun onları.

Bazen birinin elini tutmak için çıkarıyorsun; yaşlı, genç, kadın, erkek. Kim seni iyileştirmeye geldiyse, kim kalbine dokunmaya çalıştıysa ona işte. Çıkarıyorsun elini cebinden, dertlerin parmaklarının arasından kayıp cebinin derinliğine gömülüyor. Cebin de delik değil ki akıp gitsin yürüdüğün sokaklara. Ama olsun bazen ellerin başka ellerle birleşince dertler gömülüyor cebinin derinliğine, kısa süreliğine de olsa unutur gibi oluyorsun. Ondandır ki tutacak bir el arıyorsun boşlukta. Yine de biliyorsun; avuç çizgilerini ezberlemiş parmaklar da, şöyle tırnağının ucuna dokunup soğuk diye çekilen bir el de dertlerini parçalamıyor, cebinden çıkarıp fırlatmıyor onları sokağa. O sadece abartıp fırsatları değerlendiriyor, sonra da korkuyor gördüğü şeyden. Yalnızca yanılsamanı yaşatıyor, ardından da çekip gidiyor. Sen de gülümsüyorsun iç çekip elini tekrar cebine koyarken. Eh kızamıyorsun da; sen çıkardın mı sanki onun cebindekileri? Belki biraz da ekledin. Kim haklı, kim suçlu tartışmanın lüzumu var mı? Bir şeyler oluyor ve bitiyor, bu kadar işte.