24 Mart 2020 Salı

ODA



"İnsanın içinde ne kadar çok şey varsa, başkalarından o kadar az şey ister." Arthur Schopenhauer




Lacivert, kadife perdesinin önüne geçti. Cama yaslanırken geceye soluyordu nefesini. Odayı havalandırmak için açtığı pencerenin önünde öylece durmuş, sokak lambalarına bakıyordu, ama gördüğü şey buradan çok uzakta, başka bir şeydi. Başka bir şeyin acısını çekiyordu bambaşka zamanların içindeyken. O sırada şarkı “Yanlış zamanlara… Sensizliğe ağlarım” diyordu. Bu şarkıyı çok severdi, kim bilir belki de geçmişi yâd etmek gibiydi onun için.


Gözyaşları coşkuyla akmıyordu bu kez yanaklarına. Kabullenmişliğin sakinliği vardı gözlerinde. Çırpınmayı bırakıp onu savuran rüzgâra kendisini bırakmanın huzuru ve çaresizliği. İnsanın yitirecek bir şeyi kalmayınca kaygısı da yok olur. Tüm endişelerden, tüm korkulardan ve sorumluluklardan kurtulmuş olmanın verdiği rahatlık peydah olur benliğinde. Sonra bırakır kendisini; suya sırtüstü uzanır ve akıntının onu istediği yere götürmesine izin verir.  O da bunu yapıyor, öylece duruyor ve gözyaşlarının boynuna kadar akmasına izin veriyordu. Onlar da teninin onlara çizdiği yollardan gidecekti nasıl olsa. Bedeni titreyip tepki göstermese sabaha kadar duracak gibiydi. Derin bir iç çekip kapattı penceresini. Şarkıyı başa sardı. 


Durmaksızın, ara vermeksizin çalışan bir maden işçisi vardı kafasının içinde. Gittikçe daha da derine inen, korkusuz bir maden işçisi.  Canı sıkıldıkça başka noktalarda çalışan, ama temelde kendisine tek bir nokta belirlemiş, orayı sürekli kazan ve elindeki tüm araç gereci sadece buna harcayan, densiz bir maden işçisi.  Kafasındaki maden işçisi kazı çalışmasını hızlandırdıkça aşağı kaymış, yere düşmüştü. Bunun “düşmek” dışında bir eylem olduğu söylenemezdi. Bu düpedüz bir düşüştü. Hem de ne düşüş! Bin parçaya bölünüp bantladığında, onu eskisi gibi yapacak tek bir kilit parçanın yatağın altına kaçtığı ve hiç fark edilemediği bir düşüş!


Düştüğü yerden kalkmaya hiç çalışmadan bir sigara aldı komodinin üstünden.  Üfledi karanlığa nefesiyle karışan sigara dumanını, dinlerken şarkının solosunu. Ve sözler tekrar girdiğinde “Nedensiz sorgusuz bir rüya gözlerimde…” diye başını eline yasladı. Gözyaşları bu kez boynuna değil, yere akacaktı.


Sigarayı bitirmeden sıkıştırdı küllüğün ucuna. Diğer elini de koydu şakağına. Saçları alnından geriye gitmişti. Gözyaşları süratli akıyordu şimdi, ama gıkı çıkmıyordu. Tek bir çıt çıkaracak olsa yıkardı bu evi, farkındaydı. Şimdilik şarkıyı yine başa sarmakla yetindi.


Kimsenin onu tanımasını, bilmesini istemiyordu. Kimselerin göreceği şey, kendisini bile korkutuyordu çünkü. Kimselerin ona dokunmasını istemiyordu. Kimselere alışmak istemiyordu, kimseler farklı sokaklardan yürürlerdi arkalarını dönüp. Kimsesiz var olmak istedi, kimseleri denediyse de var olduğunu hissetmek için. ”Hem bu kadar anlaşılmaya ihtiyaç duyup hem bu kadar anlaşılmaktan korkan kaç insan vardır?” diye geçirdi içinden “Sonsuz gecelerde sensiz ağlarım” diye fısıldarken şarkı. 


Bin parçaya bölündüğü yerden birkaç parçasını arkada bırakarak kalktı. Sönmüş mumların arasından yürüyüp küçük, ahşap kutunun içini açıp her biri birbirinden güzel anıyı çağrıştıran penaları aldı avucuna. Yeni doğmuş bir canlıymış gibi özenle taşıyordu onları ellerinin arasında. Bir elinden diğerine hareket ettirirken düşürdü tek siyahı parmaklarının arasından. Anlaşılan maden işçisi terini şöyle bir silip hevesle devam etmeye başlamıştı işine.


Avucundakileri kutunun içine geri koyup o tek siyahı aramaya başladı el yordamıyla, karanlıkta. Bulamıyordu, ama ışığı açmayı düşünmemişti bile. Elleriyle bulabilirdi, fazla uzağa gitmiş olamazdı. Hayatında hep aynı hatayı yapardı, karanlıkta o tek siyahı arar dururdu. Düşünmezdi, onu aradığı süreyi ışıkla kısaltabileceğini. Sadece arardı. Görmeden, bilmeden; hisleriyle arardı ve dokunarak keşfederdi yerini. Bulurdu da. Bulurdu bulmasına da ikinci kez düşürünce yatağın altına kaçan o parça olurdu, o tek siyah.  O tek siyah onun hayatında öyle büyük bir yere sahipti ki onu kaybedince doldurulamayacak boşluklar açılmıştı ruhunda. Yerine ne koyarsa koysun, kenarlar boş kalıyordu. Bu kez o boşluklar daha çok göze batıyor, yerine koyduğu o parçayı söküp atıyordu. Büyük, ama simetrik boşluğu daha iyiydi, kenarları dolduramayan bir parçadansa.


O boşluğun içinde debelenip duruyordu, maden işçisi de boşluğun tam ortasında yorgunluğuna rağmen acısını tattırmanın hazzını yaşıyordu. Onun alanında ona düşman, onun beslediği bir nankör vardı kafasının ta içinde. O nankörü güçlendiriyordu, onu büyütüyor ve ona yeni teknikler öğretiyordu.  O çocukken acemiydi işçi; o büyüdü, işçi ustalaştı. Korkuyordu, işçinin yanına bir yardımcı almasından. Kim bilir, belki almıştı da hissedilmiyordu yardımcının verdiği acı acemi olduğundan.


Eski yerine döndü ve şarkıyı bir kez daha başa sardı. Odayı sönmeye meyleden ufacık bir mum aydınlatıyordu artık.  Küllüğünün kenarındaki sönmüş sigaraya baktı, aklına insan hayatını sigaraya benzettiği geldi. Tebessüm edip bir sigara daha yaktı.





18 Mart 2020 Çarşamba

BAD MOON RISING

I see bad moon arising, but still don't see that person providing the song to me. 



Bu şarkı, biraz benim hayatım gibi. 
Felaketi, ölümü ve acıyı çağrıştıran sözleri var, kötü bir şeyin habercisi. 
Melodisinin hak ettiği enerjiyi ve neşeyi karşılayan sözlere sahip değil 
-tıpkı ben ve dünya gibi- .

İsmi buruk, melodisi keyifli; sözleri buruk, vokali (John Foferty) mutlu. Sanki uçurumun kıyısında öylece duran, hayatı fırtınaya bağlı olan birinin yüzündeki tebessümü silmemesi gibi. 

Şarkının da söylediği gibi depremi, yıldırımları, tayfunu ve kötü zamanları gördüm, görmeye de devam edeceğim. Ve bahse konu olan şarkı gibi yaklaşmakta olan felaketlere melodimle gülümseyeceğim. 

Hep şuna inanmışımdır; şarkılar, kitaplar, filmler ve bir de felaketler insanların ortak noktada buluşup bir araya gelmelerini sağlarlar. İlk üçü her zaman tercihimdir; bir açık hava konserine gittiğimde, bir kütüphaneye ya da sinema salonuna girdiğimde içim tarif edilemeyecek bir huzurla dolar. İnsanları sevmememe karşın beni insanlarla ortak paydada buluşturan şeyleri seviyorum. Felaketler hariç.

Müzik, insanların zihinlerinde ya da ruhlarında -bazen her ikisinde birden- çok büyük boşluklar da oluşturabilir, onları çok mutlu da kılabilir, diğer  insanlarla kişilerin kendisi arasında bir bağ kurmasını da sağlayabilir. Ve bir felaket de insan ruhunda çok büyük boşluklar yaratır ya da sonrasında tükenmişliğin, sona gelmişliğin dinginliğini yaşatır ve tabi -tıpkı müzikte olduğu gibi-kimi zaman da insanların ortak dilde konuşmasını sağlar.

Bazı şeyler önce bireyleri, sonra ülkeleri, ardından bölgeleri aşarak evrensel hale gelebiliyorlar. Rengimiz, ideolojimiz, dinimiz, etnisitemiz ve daha onlarca özelliğimiz farklı olmasına karşın temel insani değerlerimiz, zevklerimiz, korkularımız ve güdülerimiz öyle benzer ki, kime karşı neyin kavgasını veriyoruz? 



Aynı rock grupları Afrika'da, Türkiye'de, Avrupa'da ve dünyanın pek çok farklı yerinde konser verip binlerce kişi tarafından coşkuyla dinleniyor. Aynı filmler dünyanın bambaşka ülkelerinde gişe rekorları kırıyor. Aynı kitaplar onlarca farklı dilde ulaşıyor modern insanın zihnine. Ve tabi aynı virüs farklı şekillerde taşınıp benzer semptomlar gösteriyor vücudumuzda. Aynı anda tükeniyor kaynaklarımız, aynı anda yerle bir oluyor ekonomimiz. Temelde korkularımız; ölmek ve sevdiklerimizi kaybetmekle ilgili.

Farklı figürlerle de olsa aynı şarkılarda dans ediyoruz, aynı sapkın yönlerimizi farklı travmalar çıkarıyor gün yüzüne, aynı duygularla farklı insanlara aşık oluyoruz. Farklı ideolojilere, dinlere aynı muhafazakarlıkla bağlanıyoruz. Aynı cümleleri farklı dillerde ve seslerde söylüyoruz. Aynı gülüşlerin ardına farklı acılar gizliyoruz.

Renklerimiz aynı, tonlarımız farklı. Vurgularımız aynı, öznemiz farklı. Bakışlarımız aynı, yönümüz farklı. Kalplerimiz ortak, hızları farklı. Dertlerimiz ortak, tepkilerimiz ayrı. Giysilerimiz aynı, bedenlerimiz ayrı. Fotoğraflarımız aynı, pozlarımız farklı. Hikayemiz aynı, yapımcımız farklı ve tabi ayrı hepimizin hayatı, ama işte dünyamız aynı. Hepimiz bir noktada herkes ve bir başkasıyız. Hepimiz aşinayız birbirimize, hepimiz yabancı. 

"Biz çoğumuz hep aynı kumaştan biçilme insanlarız. Çağdaş eğitilmiş Fransızlarız. Hepimiz birbirimize benziyoruz. Aynı kitaplardan bilgi almışız. Aynı korkular ve ön yargılarla sınırlıyız. Birimizi çekip yerine öbürünü koyabilirsin, eşiz… Kendimizi benzersiz sanma konusunda bile eşiz"