Dafné
Kritharas - La rosa enflorece
https://www.youtube.com/watch?v=_4hq6_V5a6M
Hiçbir zaman güçlü görünme gibi bir kaygım
olmadı. Değilim çünkü. Herkes gibi zayıflıklarım, çirkinliklerim ve zaaflarım
var. Bunlar için bir sahne yaratmadım, ancak yeri geldiğinde de halının altına
süpürmeye kalkmadım. Zayıflıklarım benim savunmasızlığım değil, aksine en
sağlam kalkanımdı. Çünkü kesildiğinde derim, canımın en çok nerden yanacağını
bilirdim. Beni kanatan aslında insanlar da olmadı hiçbir zaman; beni kanatan
içimde karşılık bulduğu noktaydı. O noktayı onarmak, iyileştirmek için epey
uğraş verdim; belli bir raddeye kadar başardım da. Ancak onardığım kadar da
aşındım. İyileştiremediğim kısmından şikâyetçi değildim, insan olduğumu
hatırlatıyordu. İyileşme çabası -yaralarını iyileştirme değil, kendini daha
sağlam, daha güzel biri haline getirme çabası- hayatıma anlam katan tek şeydi.
Belki bir ömür sürecekti belki seneler, ancak başka neydi ki tahammül etmeye
değer bu bir anlık nefese?
Hep acelesinde bile sakinlik olan, birini
değil de hayatı kırmadan yaşayan insanlara özendim. Bilirdim ki ben böyle biri
değilim, belki olurdum ancak mevcut koşullarda benim sakinliğimde bile bir
telaş vardı; bir yere varma telaşı, bir işi halletme, bir boğuşma telaşı. Neydi
ki bunca koştuğum? Bir atlıyı utandırır cinsten bu hızım nedendi? Üstelik onca
hebaya vermişken boğazımı nice telaşla, neydi bu savaşım? “Kader gayrete âşıktır” derler, ancak gayret
bir okşama mıdır, bir telaş mı; onu da çok yanlış anladım. Yine de gocunmuyorum
halimden, sonuçta her gün yeni bir savaş, her gün yeni bir öğüt. Her nefes
başka bir yarış, her nefes başka bir yakarış. Güzelliklerle çirkinliklerin
ipeksi bir kumaşla birbirine bağlanışı, bir yin yangin ortasındaki kıpırdanış, şerde hayır arayan dini bir teslimiyet, dönüşsüzlüğün
batıl korkusu, bataklıkta açan çiçek ve çiçeğe saklanmış zehirli bir böcek.
Hangi güzellik örtüyor bunca çirkinliği,
hangi iyilik gün yüzüne çıkarıyor maskeli kötüleri? Örselenmekten nasır tutmuş
parmakların yumuşak tüylü bir kediyi sevdiği dünyanın ortasında gezinen onca
ruh hangisini görüyor; kediyi mi parmakları mı? Seven bir eli mi, nasırı mı?
Kim bir neden buluyor derin bir kuyudan mahkûmiyete? Kim doğuruyor aydınlığı kahkahasında,
acısıyla kim yerle yeksan ediyor bir arabanın arka koltuğunu? Kim savunuyor
yokluğun can yakıcı olduğunu? Kim şu boşluğu her gün onca şeyle doldurup her
gece yeniden o tanıdık boşluğa sığınıyor? Uyanınca kim hayali bir düşmana savaş
açıyor? Kim yakasına yapışıyor cani bir hancının, kim eteğine diz çöküp
yalvarıyor? Kaldırımda uyuyan sokak hayvanları ürkmesin diye yola inen insan,
öldürünce ceza almayacağından emin olan bir caniye nasıl dönüşüyor? Hıçkırığını
bir kaza sonrası kaldırıma hapsettiği çaresizliğinden kim sıyrılıp bile isteye
yaptığına kaza süsü veriyor? Kim kininden yaptığı mızrağı kendi kabilesine
atıyor? Yitik düşmanını memleketine kim kendi kervanıyla uğurluyor? Kim kendi savaşının
hem öznesi hem de nesnesi oluyor?
Önce hayatla, sonra insanlarla en sonunda da
kendimle bir savaşa tutuştum. Her bir savaşta öfkemle tutkumun dengesiz karışımı
tarafından mağlup edildim. Ne benden bağımsız bir akışın ne de bir başka ruhun
tesiriydi beni yok eden. Ben kendime durmaksızın bir sebep aradım. Kendimle
alıp veremediğim ne varsa kurbanı ettim başkalarını. Her biri benim adaletten
yoksun dogmalarıma adak edildiler. Kimisi gönüllüydü buna, kimisi merhem aradı
yarasına. Karanlık ya da aydınlıkta, güzde ve de baharda kaybolmuş birkaç ruhun
hancısı gibiydim oysa. Katil bir hancı gibi sapladım gümüşten hançerimi seyyah
yüreklere. Kendi cezasını başkalarına kesen bir caniydim, ancak tevazudan
yoksun bir merhametle öldürmeden önce söylerdim öldüreceğimi. Seyyahlar hancıyı
ne kadar alaya aldıysa o kadar biledim bıçağımı. Hancı aslında öldürmek
istemezdi, söylerdi öldüreceğini seyyahlara kaçsınlar diye. Seyyahlar ise bu
ferah hanı terk etmek istemezlerdi. İçten içe hancıdan korksalar da kendilerini
kandırırlar, onu alaya alırlardı. Vicdansız bir merhametle bezenmiş hancı
olduğumu düşündüm bunca zaman. O yin yangin ortasında, sabırla gitmelerini
beklerdim yolcuların. Ancak öyle severlerdi ki hanı, bazen seyahati uzatmak
pahasına kalmaya devam ederlerdi. Hancı gecelerce yolcuları dinlerdi, onlar
dünyevi yanlarını bir kapı ardına sıkıştırıp çıplak kaldıkça hancının kalbini
vakur bir merhamet kaplardı. Bundandır, her canını aldığı yolcu için bir fidan
eker, ruhlarını şad ederdi. Hancının sevgisi ruhuna içkin ve açtı; yine
bundandır, ne terk edebildi cesetleri ne de öldürmeden durabildi. Günün sonunda
bu büyük ocağın kapıları bir dönüşsüzlüğe açılırdı. Ve bu kısır yuvaya öldürme korkusu
olmayan bir yolcu uğramadan hancı huyundan vazgeçmeyecekti.
Şimdi tutkulu bir âşık ve cani bir katil
olarak gömülü hancı toprakta; öyle güzel öyle ölü. O son vuruş için hazırlık
yapıyor sinsi sessizliğiyle ve artık bilmiyor kim yolcu kim hancı. Bilmiyor kim
dindar, kim adak. Bilmiyor kim kurban, kim cani. İnsan günü gelince hepsi oluyormuş. Acılı
gözlerini hanın parlak sarı ışığına diken ruh, başka bir konseptte elini kana
bulamaktan gocunmuyormuş. Kimse aka boyamasınmış karasını. Herkes gücü
yettiğince kötü, herkes gücü yettiğince iyiymiş meğerse. Meğerse hayat her
şeyiyle yaşamak değil, biraz da ölmeyi bilmekmiş. Hayat, o ipeksi kumaşmış
biraz da, kıpırdanışmış. Meğerse hem bir bekleyiş kadar çaresizmiş yaşamak hem
de bir kabulleniş kadar serin; hem bir çiçekmiş hem de yuva olduğu zehirli
böcek.