7 Ekim 2022 Cuma

DİKOTOMİ

 



Dafné Kritharas - La rosa enflorece

https://www.youtube.com/watch?v=_4hq6_V5a6M 

Hiçbir zaman güçlü görünme gibi bir kaygım olmadı. Değilim çünkü. Herkes gibi zayıflıklarım, çirkinliklerim ve zaaflarım var. Bunlar için bir sahne yaratmadım, ancak yeri geldiğinde de halının altına süpürmeye kalkmadım. Zayıflıklarım benim savunmasızlığım değil, aksine en sağlam kalkanımdı. Çünkü kesildiğinde derim, canımın en çok nerden yanacağını bilirdim. Beni kanatan aslında insanlar da olmadı hiçbir zaman; beni kanatan içimde karşılık bulduğu noktaydı. O noktayı onarmak, iyileştirmek için epey uğraş verdim; belli bir raddeye kadar başardım da. Ancak onardığım kadar da aşındım. İyileştiremediğim kısmından şikâyetçi değildim, insan olduğumu hatırlatıyordu. İyileşme çabası -yaralarını iyileştirme değil, kendini daha sağlam, daha güzel biri haline getirme çabası- hayatıma anlam katan tek şeydi. Belki bir ömür sürecekti belki seneler, ancak başka neydi ki tahammül etmeye değer bu bir anlık nefese?

Hep acelesinde bile sakinlik olan, birini değil de hayatı kırmadan yaşayan insanlara özendim. Bilirdim ki ben böyle biri değilim, belki olurdum ancak mevcut koşullarda benim sakinliğimde bile bir telaş vardı; bir yere varma telaşı, bir işi halletme, bir boğuşma telaşı. Neydi ki bunca koştuğum? Bir atlıyı utandırır cinsten bu hızım nedendi? Üstelik onca hebaya vermişken boğazımı nice telaşla, neydi bu savaşım?  “Kader gayrete âşıktır” derler, ancak gayret bir okşama mıdır, bir telaş mı; onu da çok yanlış anladım. Yine de gocunmuyorum halimden, sonuçta her gün yeni bir savaş, her gün yeni bir öğüt. Her nefes başka bir yarış, her nefes başka bir yakarış. Güzelliklerle çirkinliklerin ipeksi bir kumaşla birbirine bağlanışı, bir yin yangin ortasındaki kıpırdanış,  şerde hayır arayan dini bir teslimiyet, dönüşsüzlüğün batıl korkusu, bataklıkta açan çiçek ve çiçeğe saklanmış zehirli bir böcek.

Hangi güzellik örtüyor bunca çirkinliği, hangi iyilik gün yüzüne çıkarıyor maskeli kötüleri? Örselenmekten nasır tutmuş parmakların yumuşak tüylü bir kediyi sevdiği dünyanın ortasında gezinen onca ruh hangisini görüyor; kediyi mi parmakları mı? Seven bir eli mi, nasırı mı? Kim bir neden buluyor derin bir kuyudan mahkûmiyete? Kim doğuruyor aydınlığı kahkahasında, acısıyla kim yerle yeksan ediyor bir arabanın arka koltuğunu? Kim savunuyor yokluğun can yakıcı olduğunu? Kim şu boşluğu her gün onca şeyle doldurup her gece yeniden o tanıdık boşluğa sığınıyor? Uyanınca kim hayali bir düşmana savaş açıyor? Kim yakasına yapışıyor cani bir hancının, kim eteğine diz çöküp yalvarıyor? Kaldırımda uyuyan sokak hayvanları ürkmesin diye yola inen insan, öldürünce ceza almayacağından emin olan bir caniye nasıl dönüşüyor? Hıçkırığını bir kaza sonrası kaldırıma hapsettiği çaresizliğinden kim sıyrılıp bile isteye yaptığına kaza süsü veriyor? Kim kininden yaptığı mızrağı kendi kabilesine atıyor? Yitik düşmanını memleketine kim kendi kervanıyla uğurluyor? Kim kendi savaşının hem öznesi hem de nesnesi oluyor?

Önce hayatla, sonra insanlarla en sonunda da kendimle bir savaşa tutuştum. Her bir savaşta öfkemle tutkumun dengesiz karışımı tarafından mağlup edildim. Ne benden bağımsız bir akışın ne de bir başka ruhun tesiriydi beni yok eden. Ben kendime durmaksızın bir sebep aradım. Kendimle alıp veremediğim ne varsa kurbanı ettim başkalarını. Her biri benim adaletten yoksun dogmalarıma adak edildiler. Kimisi gönüllüydü buna, kimisi merhem aradı yarasına. Karanlık ya da aydınlıkta, güzde ve de baharda kaybolmuş birkaç ruhun hancısı gibiydim oysa. Katil bir hancı gibi sapladım gümüşten hançerimi seyyah yüreklere. Kendi cezasını başkalarına kesen bir caniydim, ancak tevazudan yoksun bir merhametle öldürmeden önce söylerdim öldüreceğimi. Seyyahlar hancıyı ne kadar alaya aldıysa o kadar biledim bıçağımı. Hancı aslında öldürmek istemezdi, söylerdi öldüreceğini seyyahlara kaçsınlar diye. Seyyahlar ise bu ferah hanı terk etmek istemezlerdi. İçten içe hancıdan korksalar da kendilerini kandırırlar, onu alaya alırlardı. Vicdansız bir merhametle bezenmiş hancı olduğumu düşündüm bunca zaman. O yin yangin ortasında, sabırla gitmelerini beklerdim yolcuların. Ancak öyle severlerdi ki hanı, bazen seyahati uzatmak pahasına kalmaya devam ederlerdi. Hancı gecelerce yolcuları dinlerdi, onlar dünyevi yanlarını bir kapı ardına sıkıştırıp çıplak kaldıkça hancının kalbini vakur bir merhamet kaplardı. Bundandır, her canını aldığı yolcu için bir fidan eker, ruhlarını şad ederdi. Hancının sevgisi ruhuna içkin ve açtı; yine bundandır, ne terk edebildi cesetleri ne de öldürmeden durabildi. Günün sonunda bu büyük ocağın kapıları bir dönüşsüzlüğe açılırdı. Ve bu kısır yuvaya  öldürme korkusu olmayan bir yolcu uğramadan hancı huyundan vazgeçmeyecekti.

Şimdi tutkulu bir âşık ve cani bir katil olarak gömülü hancı toprakta; öyle güzel öyle ölü. O son vuruş için hazırlık yapıyor sinsi sessizliğiyle ve artık bilmiyor kim yolcu kim hancı. Bilmiyor kim dindar, kim adak. Bilmiyor kim kurban, kim cani.  İnsan günü gelince hepsi oluyormuş. Acılı gözlerini hanın parlak sarı ışığına diken ruh, başka bir konseptte elini kana bulamaktan gocunmuyormuş. Kimse aka boyamasınmış karasını. Herkes gücü yettiğince kötü, herkes gücü yettiğince iyiymiş meğerse. Meğerse hayat her şeyiyle yaşamak değil, biraz da ölmeyi bilmekmiş. Hayat, o ipeksi kumaşmış biraz da, kıpırdanışmış. Meğerse hem bir bekleyiş kadar çaresizmiş yaşamak hem de bir kabulleniş kadar serin; hem bir çiçekmiş hem de yuva olduğu zehirli böcek.