21 Eylül 2020 Pazartesi

Yanlış Anlaşılan Kavram: Özgüven

 


NOSCE TE IPSUM


Kişi her ne kadar itiraf edemese de beğenilme, sevilme, takdir görme isteğiyle doludur. Hayata geçirdiği eylemleri kendi için yaptığını iddia eden birey, kabul görme dürtüsünü yok sayar. Bunun esas sebebi; edilgen olan onaylanma yahut beğenilme eylemlerine kişinin müdahil olma şansının bulunmaması ve bunun toplumda bağımlı bir davranış olarak görülmesidir. Hâlbuki kullanılan bir aksesuardan tutun da meslek seçimine kadar birçok tercihimiz tek faktör olmasa da güçlü bir etken sayılabilecek beğenilme arzusu temelinde şekillenir. Kişi bu noktada farkında olmaksızın özgür iradesinden yoksun kalır ve seçimlerini bir bakıma toplum iradesine teslim eder.  Aslında topluma aykırı bireyler farklı tercihleriyle öncü niteliği taşımaktadırlar. Ancak toplumun küçük bir kesimi bile bu aykırılıktan beslenerek kendisine yeni bir imaj yaratma peşine düşer. Bu noktada toplum içerisinde kümelenmiş ve birbirinden farklı takdir ve beğeni kıstasları benimseyen küçük gruplar oluşmaya başlar. Ancak yine, gelenekselciler de radikalciler de kendi grubu içindeki bireylere hitap ederek onları etkilemeyi deneyebilir.  Bu denemenin başarısız sonuçlanması kimisi için yıkıcı sonuçlara sebep olurken kimisi için günlük hayattaki herhangi bir istencin karşılığını bulamaması kadar olağandır. Açacak olursak, beğenilme arzusu her insanda baş göstermesine rağmen, bu arzunun karşılık bulamaması insanların sadece bir kısmı için sıkıntı kaynağı oluşturur.  Bu kıyasla ulaşacağımız zemin, özgüvenin önemini -şüphesiz ki- ortaya koyacaktır.

Bir insanı çekici kılacak en güçlü özellik, özgüvendir. Kişinin kendine olan güveni doğası itibariyle bağırmaya ihtiyaç duymaz. O sessiz sedasız varlığını ortaya koyarken kişinin sürekli başarıları ya da kendine özgü olduğunu düşündüğü özellikleri dile getirmesi kibrin iticiliğini gözler önüne serecektir. Özgüven, bu açıdan, kendini beğenme ile istikrarlı olarak karıştırılır; ama aslında o, daha çok, kişinin kendine yönelik farkındalığı sonucu ortaya çıkar. Kişinin kendini; sınırlılıklarını, potansiyelini, olumlu ve olumsuz özelliklerini bilmesi anlamını taşır. Özgüven, en basit haliyle “kişinin kendine olan güveni” olarak tanımlansa da bundan daha fazla şeyi kapsar. Çünkü bu tanım, yeni bir soruyu doğuracaktır; kişinin kendine olan güvenini oluşturan unsurlar nelerdir?

Özgüven, kişinin kendini bilmesi, tanıması kendiyle buluşması sonucu oluşur ve bu buluşma sadece iyi nitelikleri ortaya çıkarmaz, aynı zamanda çirkinlikleri de görünür kılar. Kişinin noksan, bozulmuş yanlarını görmesi ya onları düzeltmeye çalışması ya da kendini olduğu gibi kabul etmesi ile sonuçlanır. Her iki durumda da özgüven kendi yerini bulmaya başlar, çünkü özgüven için önemli olan nokta, sadece bu farkındalığı kazanmaktır. Gerçek özgüven sahibi birey, tam da bu yüzden, eleştiriden ya da beğenilmemekten korkmaz. O, bu yanlarını çoktan fark etmiş ve kendini benimsemiş ya da iyileştirme yoluna girmiştir. Özgüven, kendinden ayrılıp kişinin kendini objektif bir değerlendirmeye tabii tutmasıdır ve bu bir bakıma kendini aşmayı gerektirir. Kendini aşan bir insan, başka bir kişiden gelen olumsuz eleştiriyi ya da beğenilmemeyi göğüsleyebilme yetisini de kazanacaktır.

Dikkat edin; bir insana ‘iyi yanlarını’ sorduğunuzda düşünmeden, peş peşe birkaç özellik sayabiliyorken konu kötü yanlarına geldiğinde bir müddet düşünmesi gerekecektir. Acaba kendimizi yeterince tanımıyor olabilir miyiz? Bu eylemi karşılıklı yaptığınızda, yani iki taraf da birbirinin iyi ve kötü özelliklerini sayacak olduğunda ya bir süre düşünülür ya da rahatlıkla birkaç şey sıralanabilir. Ama hem iyi hem kötü özellikler aynı zeminde dışarı çıkar. Bu nedenle kişinin kendini ikiye bölmesi, kendinin dışına çıkması özgüveni oluşturacak o farkındalık unsuru için ön koşuldur.

Dışarıya ‘güçlü’ bir imaj vermeye çalışan bireylerin aslında kendini gerçekleştirme çabasıdır bu.  İçinden gelen ve ona yetersiz olduğunu fısıldayan sesi, başkalarının övgüsünü alarak bastırmaya çalışır. Hep daha fazlasının peşinden koşar ve hiçbir zaman tam anlamıyla tatmin olmaz. Bunu genellikle çok iyi mevkilerde olan yüksek statülü insanlarda görürüz; yaşını başını almış ve birçok başarıya imza atmış olsalar bile hala övüldüklerinde çocuk gibi sevinirler; bir noktadan sonra sıradan gelmeye başlaması beklenilen bu övgüler, onlarda daha fazlasını talep etme, arzulama olarak vuku bulur. Öyle bir noktaya ulaşır ki, başka biri onu takdir etmediğinde kendinden bahsetmeden duramaz. Çünkü bu kez, iç sesini daha baskın bir şeyle susturmayı dener; kendi diliyle.

Hep daha iyi noktaya ulaşma çabası, elbette ki, sadece bununla ilişkilendirilemez.  Bunu sınırlandırmak, her zaman daha iyisini başarma gayretinde olan mükemmeliyetçilere haksızlık olacaktır.  Ancak ne kadar yakın görünse de mükemmeliyetçilik ve yukarıda bahsettiğim bireyin hep daha fazlasına duyduğu arzu iki farklı uçtadır. İkisi aynı şekilde sonuçlansa da temellendiği zeminler birbirine azımsanmayacak derecede uzaktır. Mükemmeliyetçi birey, kusursuzluğu arar. O hem en iyi noktada olmalı hem de yaptığı her işi kusursuzlukla yapmalıdır. Mükemmeliyetçi için hataya yer yoktur ve bu hayatının geneline yayılmıştır. Mükemmeliyetçi, bunu övgü amacıyla yapmaz; yapabileceğine inanır ve yapamadığında ise kendini eleştirmekle yetinmez. Kendine bağırır ve hatta duygusal şiddet uygular. Mükemmeliyetçiler,  ufak tefek hatalara rağmen bir işi başardığında bu başarıdan mutluluk duymak yerine hala yaptığı hataları düşünür ve sıfır hatalı olmadığı sürece başarının tadına varamaz. Kendini yetersiz hisseden birey ise bu hatalara rağmen başarıya ulaşmanın sadece güçlü insanların mahsulü olacağını duymak ve buna inandırılmak ister. Hâlbuki özgüven, ne yetersizlik hissini bastıracak bir övgüyü bekler ne de kendine köpürmeyi; o daha sakin, daha ayakları yere basan ve daha beklentisizdir. Özgüvenli birey başarıyı kabul eder ve hatalarını ona yeni edinimler kazandırması hasebiyle gülümseyerek karşılar.