NOSCE TE IPSUM
Kişi her ne kadar itiraf edemese de beğenilme, sevilme,
takdir görme isteğiyle doludur. Hayata geçirdiği eylemleri kendi için yaptığını
iddia eden birey, kabul görme dürtüsünü yok sayar. Bunun esas sebebi; edilgen
olan onaylanma yahut beğenilme eylemlerine kişinin müdahil olma şansının
bulunmaması ve bunun toplumda bağımlı bir davranış olarak görülmesidir. Hâlbuki
kullanılan bir aksesuardan tutun da meslek seçimine kadar birçok tercihimiz tek
faktör olmasa da güçlü bir etken sayılabilecek beğenilme arzusu temelinde şekillenir.
Kişi bu noktada farkında olmaksızın özgür iradesinden yoksun kalır ve
seçimlerini bir bakıma toplum iradesine teslim eder. Aslında topluma aykırı bireyler farklı
tercihleriyle öncü niteliği taşımaktadırlar. Ancak toplumun küçük bir kesimi
bile bu aykırılıktan beslenerek kendisine yeni bir imaj yaratma peşine düşer.
Bu noktada toplum içerisinde kümelenmiş ve birbirinden farklı takdir ve beğeni
kıstasları benimseyen küçük gruplar oluşmaya başlar. Ancak yine,
gelenekselciler de radikalciler de kendi grubu içindeki bireylere hitap ederek
onları etkilemeyi deneyebilir. Bu
denemenin başarısız sonuçlanması kimisi için yıkıcı sonuçlara sebep olurken
kimisi için günlük hayattaki herhangi bir istencin karşılığını bulamaması kadar
olağandır. Açacak olursak, beğenilme arzusu her insanda baş göstermesine
rağmen, bu arzunun karşılık bulamaması insanların sadece bir kısmı için sıkıntı
kaynağı oluşturur. Bu kıyasla
ulaşacağımız zemin, özgüvenin önemini -şüphesiz ki- ortaya koyacaktır.
Bir insanı çekici kılacak en güçlü özellik, özgüvendir.
Kişinin kendine olan güveni doğası itibariyle bağırmaya ihtiyaç duymaz. O
sessiz sedasız varlığını ortaya koyarken kişinin sürekli başarıları ya da
kendine özgü olduğunu düşündüğü özellikleri dile getirmesi kibrin iticiliğini gözler önüne serecektir. Özgüven, bu açıdan, kendini beğenme ile istikrarlı olarak karıştırılır; ama aslında o, daha çok, kişinin kendine yönelik farkındalığı
sonucu ortaya çıkar. Kişinin kendini; sınırlılıklarını, potansiyelini, olumlu
ve olumsuz özelliklerini bilmesi anlamını taşır. Özgüven, en basit haliyle “kişinin
kendine olan güveni” olarak tanımlansa da bundan daha fazla şeyi kapsar. Çünkü
bu tanım, yeni bir soruyu doğuracaktır; kişinin kendine olan güvenini oluşturan
unsurlar nelerdir?
Özgüven, kişinin kendini bilmesi, tanıması kendiyle
buluşması sonucu oluşur ve bu buluşma sadece iyi nitelikleri ortaya çıkarmaz,
aynı zamanda çirkinlikleri de görünür kılar. Kişinin noksan, bozulmuş yanlarını
görmesi ya onları düzeltmeye çalışması ya da kendini olduğu gibi kabul etmesi
ile sonuçlanır. Her iki durumda da özgüven kendi yerini bulmaya başlar, çünkü özgüven
için önemli olan nokta, sadece bu farkındalığı kazanmaktır. Gerçek özgüven
sahibi birey, tam da bu yüzden, eleştiriden ya da beğenilmemekten korkmaz. O,
bu yanlarını çoktan fark etmiş ve kendini benimsemiş ya da iyileştirme yoluna
girmiştir. Özgüven, kendinden ayrılıp kişinin kendini objektif bir değerlendirmeye
tabii tutmasıdır ve bu bir bakıma kendini aşmayı gerektirir. Kendini aşan bir
insan, başka bir kişiden gelen olumsuz eleştiriyi ya da beğenilmemeyi göğüsleyebilme
yetisini de kazanacaktır.
Dikkat edin; bir insana ‘iyi yanlarını’ sorduğunuzda düşünmeden,
peş peşe birkaç özellik sayabiliyorken konu kötü yanlarına geldiğinde bir
müddet düşünmesi gerekecektir. Acaba kendimizi yeterince tanımıyor olabilir
miyiz? Bu eylemi karşılıklı yaptığınızda, yani iki taraf da birbirinin iyi ve
kötü özelliklerini sayacak olduğunda ya bir süre düşünülür ya da rahatlıkla
birkaç şey sıralanabilir. Ama hem iyi hem kötü özellikler aynı zeminde dışarı
çıkar. Bu nedenle kişinin kendini ikiye bölmesi, kendinin dışına çıkması
özgüveni oluşturacak o farkındalık unsuru için ön koşuldur.
Dışarıya ‘güçlü’ bir imaj vermeye çalışan bireylerin aslında
kendini gerçekleştirme çabasıdır bu.
İçinden gelen ve ona yetersiz olduğunu fısıldayan sesi, başkalarının
övgüsünü alarak bastırmaya çalışır. Hep daha fazlasının peşinden koşar ve
hiçbir zaman tam anlamıyla tatmin olmaz. Bunu genellikle çok iyi mevkilerde
olan yüksek statülü insanlarda görürüz; yaşını başını almış ve birçok başarıya
imza atmış olsalar bile hala övüldüklerinde çocuk gibi sevinirler; bir noktadan
sonra sıradan gelmeye başlaması beklenilen bu övgüler, onlarda daha fazlasını
talep etme, arzulama olarak vuku bulur. Öyle bir noktaya ulaşır ki, başka biri
onu takdir etmediğinde kendinden bahsetmeden duramaz. Çünkü bu kez, iç sesini
daha baskın bir şeyle susturmayı dener; kendi diliyle.
Hep daha iyi noktaya ulaşma çabası, elbette ki, sadece
bununla ilişkilendirilemez. Bunu sınırlandırmak,
her zaman daha iyisini başarma gayretinde olan mükemmeliyetçilere haksızlık
olacaktır. Ancak ne kadar yakın görünse
de mükemmeliyetçilik ve yukarıda bahsettiğim bireyin hep daha fazlasına duyduğu
arzu iki farklı uçtadır. İkisi aynı şekilde sonuçlansa da temellendiği zeminler
birbirine azımsanmayacak derecede uzaktır. Mükemmeliyetçi birey, kusursuzluğu
arar. O hem en iyi noktada olmalı hem de yaptığı her işi kusursuzlukla
yapmalıdır. Mükemmeliyetçi için hataya yer yoktur ve bu hayatının geneline
yayılmıştır. Mükemmeliyetçi, bunu övgü amacıyla yapmaz; yapabileceğine inanır
ve yapamadığında ise kendini eleştirmekle yetinmez. Kendine bağırır ve hatta
duygusal şiddet uygular. Mükemmeliyetçiler,
ufak tefek hatalara rağmen bir işi başardığında bu başarıdan mutluluk duymak
yerine hala yaptığı hataları düşünür ve sıfır hatalı olmadığı sürece başarının
tadına varamaz. Kendini yetersiz hisseden birey ise bu hatalara rağmen başarıya
ulaşmanın sadece güçlü insanların mahsulü olacağını duymak ve buna inandırılmak
ister. Hâlbuki özgüven, ne yetersizlik
hissini bastıracak bir övgüyü bekler ne de kendine köpürmeyi; o daha sakin,
daha ayakları yere basan ve daha beklentisizdir. Özgüvenli birey başarıyı kabul
eder ve hatalarını ona yeni edinimler kazandırması hasebiyle gülümseyerek
karşılar.