26 Mayıs 2019 Pazar

KAYIP





Sevilmeyen bir insanım, sevilecek bir yanım da yok zaten. Sıradan bir insan çirkinliğindeyim. Hayatıma girmek üzere olan insanlara kendimi açık bir şekilde ifade etmeme rağmen  "Ne kadar kötü olabilir ki?" düşüncesi onlara engel olmadı.  Ne kadar kötü olabileceğini gördüklerinde ben "günah keçisi" ilan edildim. İnkar etmedim, hile yapmadım, sol gösterip sağ çakmadım. Ne dediysem onu yaptım, bütün kartlarım açıktı benim. Siz göz göre göre yanlış hamle yaptınız. Üzgünüm, sizleri incittiğim için. "Ben böyleyim." açıklamasının arkasına da sığınamam. Çünkü ben böyle biri değilim, böyle biri olmak istiyorum. Hayatın bana getirdiği şeyleri kollarımı sonuna kadar açıp sımsıkı kucaklamıştım ta ki kollarımın hepsini sarabilecek kadar uzun olmadığını fark edene kadar. Çok sevdiğim biri Murat Menteş'in bir sözünü paylaşmıştı benimle: " Bir insan acıdan delirdiğinde, diğerleri onun acısını değil, deliliğini görür." Çok doğruydu ve yine herkes kendince haklıydı.

Gıyabımda eleştirildim, kınandım, kıyaslandım, yaftalandım, hakarete uğradım. Çünkü hiç kimse beni gerçekten tanımak istememişti, onlara kendimi tanıtacak gücüm olmadığı gibi onların da beni tanıyacak sabrı yoktu. Defalarca başıma gelen şey tekrarlanıyordu. İnsanlardaki yansımamdan hoşnut değildim, ama diğer yandan ne önemi vardı ki? Ne kadar iyi olsam da her zaman eksik bir yan, noksan bir nokta bulunurdu.

Bunu fark ettiğimde 19 yaşındaydım. O an cevaplanması gereken tek bir soru vardı benim için; toplumda iyi bir insan olarak değer görmek mi, yoksa umursamadan ve başkalarına zarar vermemek kaydıyla canım ne istiyorsa onu yapmak mı? Cevap basitti.

İyi bir insan olarak değerlendirilmekten daha önemlidir, iyi bir insan olmak. Daha önemlidir, olduğun gibi görünmek ve daha önemlidir haddin olmayan işlere burnunu sokmamak. Daha önemlidir kimseyi iyice tanımadan hakkında yorum yapmamak, kimseyi kimseyle-bir diğerini küçük düşürecek seviyede- kıyaslamamak ve çok daha önemlidir hatalarını kabullenebilmek.

İnsanlarla anlaşamıyorum, doğal olarak kendimle de. Üzüldüğümde karşı tarafa kızmadan önce düşünürüm. Acaba gerçekten kırılacağım bir konu mu var, yoksa bu benim kendi içimde çözemediğim konularla bağlantılı olduğu için mi incindim böylesine? İnsan ilişkilerinde en çok üstünde durulması gereken iki meseleden birisi tam da budur. Sorunlar genellikle bir tarafın incinmesi, acı çekmesi ve diğer tarafın buna sebep olması şeklinde vuku bulur. Üzülen kişi bunun salt karşı tarafla mı ilgili olduğunu belirlemek ve az önce sorduğum soruya cevap bulmak zorundadır. Buna sebebiyet veren (ya da sebebiyet verdiği varsayılan) tarafı irdeleyecek olursak ikinci meselemiz devreye girecektir ki bu da "hataları kabullenmek"tir. Tabi ilişki halinde olduğunuz kişi, sizin için gözden çıkarılabilir biriyse sorunları çözmenize ve kendinizi bu kadar yormanıza(!) gerek kalmayacaktır.

İki kişi arasındaki sorunlar neyse de, esas kafamı oldukça kurcalayan konu, iki kişi arasındakilere üçünü bir tarafın müdahil olması. Taraflar uzlaşabilmekten yoksun ise bu kabul edilebilir bir şeydir, fakat "senin iyiliğin için..." şeklinde başlayan cümlelerle soruna taraf olan diğer kişiyi kötülemek, yerden yere çalmak iki tarafa da yapılmış bir saygısızlıktır. Birine -yeterli bilgiden yoksunken-kötüleyerek saygısızlık yapılmakta, diğerine "sen bunların farkında değilsin, ama bak ben farkındayım." algısını yaratarak saygısızlık yapılmaktadır ve o kişiyi amiyane tabirle 'salak' yerine koymaktır.

Ne kadar  çabalasam da başarısızlıklarım oldu. Başarızlıklarım tartışıldı, çabam önemsenmedi. Kusursuz değilim, herkes gibi hassas noktalarım var, zaaflarım... Eksikliklerim var, hatalarım... Eksiklerimi gördüm, düzeltebildiklerimi düzelttim düzeltemediklerimi benimsedim.Kaçırdığım detaylar oldu, belirleyemediğim kıstaslar.  İyisiyle kötüsüyle ben oldum. Herkesin bir sebebi vardır, yakalayamadığı bir fırsat. Herkesin bir sırrı vardır, en az bir tane acısı. Herkes dönüştüğü şeyin ardında birsürü detay barındırır. Herkes kaybeder bir şeyleri, ama sadece bazıları kendini.

Önce aidiyet duygumu yitirmiş ve artık istesem de hissedemez olmuştum. Ağladığımı görmesinler diye kendimi lavaboya kitlediğimde "Nasıl daha iyi hissedebilirim, kimle veya nerede?" diye düşündüm. Ne bir yer ne de bir insan buldum. Daha iyi hissetmek için denediğim her yol beni içinden çıkılmaz bir bataklığa soktu ve beni tanıyamadığım birine dönüştürdü. Başta bunu düzeltmek, iyileşmek ve bu kişiden uzaklaşmak istiyordum, yapabilecek güçte olduğumu fark edince yapmadım. İnsan böyle bir varlıktır,; sınırlarını yoklar, anlamak ister nelere gücünün yettiğini yahut yetmediğini. ve yapabileceği şeyleri ertelemeyi tercih eder. Nasıl olsa bi' gün halleder (!)
Halledemedim ve sonra kendimi kaybettim.

12 Mayıs 2019 Pazar

"Birden Fazla İkiden Az"



Bana karamsar olduğumu, hayatın iyi yönlerini göremediğimi çok söyleyen olmuştu; karamsar olup olmamak umrumda değildi, fakat olduğumu düşündükleri şey ben değildim. Ama bana göre, nasıl göründüğüm değil, nasıl hissettiğim önemliydi. Bundandır ki hiç birini önemsememiştim ta ki çok değer verdiğim ve beni çok iyi tanıdığına inandığım biri, bana aynı şeyi söyleyene kadar.
Bu yazıyı O'na atfediyorum.





Hayat zorlu iniş çıkışlarla dolu. Bu yaşamımız boyunca süregelen ve kalbimiz attığı sürece de devam edecek bir gerçek. "Kalbimiz attığı sürece" kısmının üstünde özellikle durmak istiyorum. Çünkü hayat da kalp ritmimiz gibidir, elektrodiyafram ekranında yükselip alçalan. Kalp durup yaşam son bulduğunda ise yalnızca dümdüz bir çizgi vardır, ne iniş-çıkış görürsünüz ne de yükselip alçalma.

Birsürü an'ın üst üste yığılmasıyla oluşan şeye biz 'hayat' deriz. An'lar mutlu, hüzünlü, şehvetli, öfkeli olabilir ve sizin hayata bakış açınızı hangi duygunun bu an'arda yoğun olduğu belirler. Genel duruşunuzu, felsefenizi, hatta bakışlarınızı bile yaşadığınız olaylar, edindiğiniz tecrübeler; özetle az önce de söylediğim gibi, hayatınıza hangi duygunun nispeten hakim olduğu belirler. Hal böyle olunca, hayatı acılara göğüs gererek geçen birinden nasıl ki gülücükler saçmasını bekleyemezsek -ki yine de onlar daha çok gülerler- yaşamında mutluluğu, huzuru daha çok tatmış birinden de kötü bir olayda tüm gemileri yakmasını bekleyemeyiz.

Bize herkes tarafından "Polyannacılık" dikte edildi, çok uzun yıllar benimseyip felsefem edindiğim bu şeyin son birkaç yıl içinde kandırmaca olduğuna kanaat getirdim. Polyannacılık, içinde bulunduğun kötülüğü anlamak, hissetmek yerine küçük çocuk gibi omuz silkmektir. Burada amacım ne iyimserliği kötülemek ne de kötümserliği savunmak. Hatta aksine kötümserliğin korkunç bir şey olduğunu düşünürüm, öğrenilmiş çaresizlikle de çokça ilişkilendirilen bu kavram kişinin başına gelen herhangi bir kötü olayda her şeyin kötü devam edeceğine inanması ve kendini dibe itmesidir. İyimserlik ise kötü olaylara karşı geliştirilen bir taktiktir. Bugünlerde de sıkça duyduğumuz ve benim de çokça sevdiğim bir şarkı sözü olan "Her şey güzel olacak." cümlesidir, inanmaktır. Aynı zamanda bir mizaç özelliğidir ve gerçekçidir. Polyannacılık ise gerçekçilikten uzak; hayata tutunmak için ve ona karşı oluşturulan bir savunma mekanizmasıdır. bükemediğin bileği öpmektir. Bense bükemediğim bileği kırmayı tercih ederim. "The Sea Inside" filminin yeri bende başka olduğundan Ramon karakteri üstünden küçük bir örnekleme yapmak istiyorum. Ramon  gençliğinde yaşadığı bir kaza sonucu felç oluyor ve vücudunun boynundan aşağısını kullanamaz hale geliyor. Polyannacılar, geri kalan tüm hayatını yatağa ve başkalarına bağımlı  halde geçiren Ramon'a onunla ilgilenen, onu seven insanlar olduğu ve hala nefes alabildiği için mutlu olmasını tavsiye edeceklerdir. Sanırım bu noktada birinin onlara yaşamanın, nefes alabilmekten daha öte bir şey olduğunu anlatması gerekiyor. Ama Ramon bir polyannacı değil, o bir  devrimci ve köşede yalandan gülümsemek yerine istediği şey uğruna savaş veriyor. Ötenaziyi savunuyor, istiyor, gerçekleşmesi için elinden gelen her şeyi yapıyor ve başarıyor da. Ramon, o bileği kırıyor.

İki kavram da kendi içinde iyi ve kötü özelliklere sahip olsa da ikisini de mantıksız buluyor ve kabul etmiyorum. Bir olay, durum veya süreç iyiyse iyidir, kötüyse kötüdür. Bunu şekilden şekle sokmanın hiçbir manası yok. Eğer hayatınızın içinde bulunduğu döneminde yaşadığınız acı olaylar iyilikleri görmenizi engelliyorsa ve siz de hüzünlü bir ruh hali içindeyseniz bu sizi kötümser yapmaz. Bana zorla bu iyilikler gösterilmeye çalışıldı ve kötülükleri absorbe edeceğime inanıldı. Oysa ben köşeme çekilip gülümsemek, kötülüklerden kaçmak değil; onlarla yüzleşmek, onları tanımak ve onlarla savaşmak istiyordum. Bu savaşı kaybediyor olmam beni kötümser yapmaz, gazi yapar.Yaşam boyu şahit olduğum kötü olaylar ve onları düzeltmek için kendimi hırpalamam da beni kötümser biri yapmaz, sadece dünyanın benim için yaşanılması güç bir yer olduğunu kanıtlar.

Hayata karşı kazanamayacağımı bildiğim bi' savaş açtım sırf  bir "belki" uğruna, ona karşı strateji geliştirip uygulamaya koydum: "Potansiyellerini ve sınırlarını bil, çabala; ama en kötüye hazırlan." En kötüye hazırlanmak, en kötünün gerçekleşeceğine inanmak değildir. Olasılıkları düşünüp B Planı, hatta gerekirse Z Planı yapmaktır. Bu bir insanı kötümser değil, yalnızca tedbirli yapar. Bu yüzden kendime "Her şey güzel olacak." yerine, "Her şey güzel olabilir, ama kötü de olabilir." demeyi tercih ettim ve nitelemeniz benim olduğum şeyden çok uzaktı.

Kötümserlik mi? Kahkahalarım büyüktür, dansa tutkunumdur ve sevişmeye bayılırım. Kendimi sulara bıraktığımda hissettiğim şey acı değil, vücudumu okşayan akışkan bir eldir. Otobüsü kaçırdığımda "Tüh ya!" dedikten hemen sonra "Neyse, sağlık olsun." derim. Sabahları aynaya bakıp Tanrı'ya teşekkür eder, gözlerimi temizlerim. Sağlıklı, birlikte olmak için tercih edilen kadın olmak, gün batımını izlemek, buğulanmış cama resim çizmek benim için hayatın güzel yönleridir ve iyidir; ancak maddi problemlerim, ailevi sıkıntılarım, toplumdaki yozlaşma sonucu insanlarla arayı açıp yalnızlaşmam, zarar vermediğim bir kişi tarafından, hiç sebep yokken, zarara uğratılmam kötüdür. Sosyal dayanışma iyidir, milyonlarca insanın ölümüne sebep olan savaşlar kötüdür. Her şeyi kendi içinde değerlendirirsek iyimserlik ve kötümserlik kavramları anlamını yitirir.

Annem, ne zaman bir şeylerden yakınsam daha kötü durumda olanları gösterip mutlu olmamı -tabiri caizse kendimi avutmamı- bekler. Bense onlara bakıp mutlu olmak yerine, onlar için de üzülüp "Bunu düzeltmek için ne yapılmalı?" diye düşünürüm. Annemin öğüdü, ne yazık ki, bu kez korkunçtur. Kötü bir olaya odaklanıp mutlu olmak komediden başka bir şey değildir, acınasıdır. Annemin onca acıyla bu toz pembe gözlükleri sayesinde mücadele ettiği aşikar. Belki gözlüğü çıkarıp gardını alsa bir daha o gözlüğü takmasına gerek kalmazdı.

Yine başka bir arkadaşım kötümser olmamdan dem vururken ona şöyle bir soru sormuştum; "Şu zeminin dışkıyla kaplı olduğunu düşün. Ama şurada küçük bir çiçek var. Çiçeğe mi odaklanırsın, dışkıya mı?" Çiçek, tek başına muhteşem bir yaşam formu olsa da  dışkıyla kaplanmış ve kokuşmuştur. Onun varlığını fark etsek bile dokunamaz ve koklayamayız. Hatta tek arzuladığımız şey; odadan çıkmak olur ve bu metaforda odadan çıkmak, intihar etmekle eşdeğerdir.

Belki çiçeği görmüyorum, ama odayı da terk etmiyorum. Ben sadece odayı temizlemeye çalışıyorum.